Anne karnındaki suda bir batık gibi bekledik dokuz ay, on gün… Ve doğarak, bir batıktan kurtarılacak en güzel hazine olan insanı sunduk yaşama… “Topraktan geldik, toprağa döneceğiz” deniliyor… Sudan geldik oysa… Bunun en güzel kanıtı da, hâlâ sudan nedenlerle birbirimizi kırmamız, incitmemiz değil midir!?
Suyun kaldırma gücünü usuyla bulan Arşimet’ten yıllar önce yapılan Nuh’un Gemisi tufanda batsaydı, ne olurdu? Suyun içi, yeni bir evrimi kaldıracak canlılarla dolu değil midir?
Kızılderililer, dünyanın bir balık gibi, Tanrı tarafından oltayla uçsuz bucaksız bir sudan yakalandığına inanırlar. Babillilerin yaratılış efsanesinde rastladığımız, dünyanın bir su kütlesi olduğu inancı Mısırlılarda da çıkar karşımıza. Firavun Pepi’nin gömülü olduğı piramitin duvarında şunlar yazılıdır:
Usun, yaratılış efsanelerinde ilk sıraya suyu koyuşuna Altay Türklerinde de rastlarız: “Daha yer ve gök yaratılmadan evvel, her şey sudan ibaretti. Ne toprak ne sema, ne güneş ne de ay vardı.”
Ne yaşamın kaynağını tam olarak tarif edebildi usumuz, ne de aşkın nasıl bir şey olduğunu!.. Usumuzu başımızdan alan aşklar yaşadık. “Nasıl, güzel mi?” diye sorulduğunda “Bir içim su,” yanıtını verdik. Güzelliğin tanımında kullandığımız su aynı zamanda ilk aynamız oldu, ayna zamanında!.. İlk suda gördük saçlarımızı, gözlerimizi, yüzümüzü? Ama su, yalnızca kendimizi değil, düşlerimizi de gösterecek gücü barındırdı içinde…
Su falına baktırdık, bir şeyler öğrenmek için yarınlardan. İnsanlığın geleceğinin habercisi sudur gerçekten de. Ay’da su olmadığı anlaşılınca başka gezegenlere taşıdık koloni kurma düşümüzü… Bilimin yıldızlarda izini sürdüğü su, usun gelişimindeki etkenler arasında ilk sıradadır. Tıp mesleğinin kurucusu sayılan Hipokrates, insan sağlığını etkileyen faktörleri “hava, yiyecek, topografya ve rüzgâr” diye açıklar; listenin ilk sırasına da tabii ki, suyu yazar. Sahi, yeri gelmişken soralım: Hipokrat yeminini unutarak, “eşşek sudan gelinceye kadar” dövülen bir insan için “işkence görmemiştir” raporu yazanlara ne demeli?
Su barıştır!.. “Su içene yılan bile dokunmaz,” sözü, hoşgörü anayasasının ilk maddesidir herhalde. Bütün mahkemelerde gözler su üstüne bakar. Sonuçta ne de olsa, gerçeklerin çıkacağı yer su üstüdür!..
Güzellik, barış, adalet… Bu kavramlarda suyun saygınlığını görürüz. Bir de “su katılmamış olmak” diye bir değer koymuşuz orta yere. Özünden bir şey kaybetmemiş olmayı anlatmak için kullandığımız bu deyimde su olumsuzlanır. Aziz Nesin şu sözüyle toplumsal kirlenmeyi, çöküşü ne de ustaca anlatmıştır: “Yaptığımız en güzel şey ayrandır. Onu da yoğurta su katarak yapıyoruz!”
2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta, Laik Cumhuriyet karşıtları her birinin usu birer okyanus olan sanatçıları diri diri yakarken, itfaiye arabasının yangın yerine ulaşmasını engellemeye çalışanların usu, karanlık bir kuyunun dibindeki su kadardı.
Yangın önlemi olarak resmi dairelerin koridorlarına konulan içleri su dolu kovalar altı tanedir. Bunun da nedeni “yangın” sözcüğünün altı harften oluşmasıdır. Sizi bilmem ama, önlemin bir sözcükteki harf sayısından oluştuğu bu görüntü beni hep güldürür. İyi ki, “yangın” yerine üç, dört harfli bir sözcük kullanmamışız? Dokuz, on, hatta on bir harfli bir sözcük kullansaydık, aldığımız önlem daha ciddi boyutta olurdu! İstanbul çeşmeleri bol olan bir kentti. Ne var ki, evlerle çeşmelerin arasındaki uzaklık ve kadınların su taşımasındaki zorluk “saka” adı verilen su taşıma mesleğini doğurmuştur. Evliya Çelebi’ye göre, 17. yüzyılın ortalarında İstanbul’da 1400 atlı ve 8000 yaya su taşıyıcısı bulunmaktaydı. Yaya sakalar suyu 45 litre kapasiteli olan ve köseleden yapılan “kırba”larda taşırlardı. Sakalar, su sattıkları evin kapısına bir kertme atarlardı. Ay sonunda kertmeler toplanır ve ortaya çıkan miktara göre para istenirdi. Hesap kesimi sırasında yaşanılan tartışmalardan sonra halk arasında “Saka tebeşiri gibi çift yazar,” sözü yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Ama yangınlarda kapıların kül olması, sakalar için hesabın kitabın karıştığı bir kâbustan farksızdı. Apartmanlardaki su sayaçlarına bakarak sakaların çentiklerini anımsayan kaç kişi vardır ki? Günümüzde ne sakalar kaldı ne de İstanbul’un buğdayını öğüten Göksu’nun kıyısındaki su değirmenleri… Ama çeşmeler sayıları azalsa da yol kenarlarında göze çarpıyorlar hâlâ… Çarpıyorlar da, hiç de içaçıcı durumda değiller ne yazık ki… Onların halinden anlayan şair de yalnızca Bedri Rahmi Eyuboğlu’dur:
İstanbul’un çeşmeleri Genç yaşta sütü kurumuş analar gibi Şahdamarları burulmuş Kimi yıllardır su demiş yorulmuş Bırakmış kendini sırt üstü güneşe Çöp tenekesi olmuş.
Us, suyu doğal akışından koparmış, insanın ayağına kadar getirmiştir. Daha doğrusu us, suyu muslukla evcilleştirmeyi başarmıştır. Ama bu hiç de kolay olmamıştır!.. Kanuni döneminin sonlarına doğru, sokak çeşmelerine takılan musluklar halk tarafından tahrip edilmiştir. Su israfını önlemek ve sağlık amacıyla çeşmelere takılmaya başlanılan “burma lüle” adlı muslukları yerlerinden sökenler, saldırılarının nedenini, Tanrı nimeti olarak kabul ettikleri su üstünde kısıtlayıcı bir otoritenin kurulmasına duyulan tepki olarak açıklamışlardır. Bir fıçının içinde yaşayan ünlü düşünür Diyojen, eliyle su içen bir çocuk gördüğünde “Buna da gerek yokmuş,” diyerek, sahip olduğu tek eşya olan tası da atar. Diyojen’e ussuz denilebilir mi? “S” harfi bir hortum, “U” da su kabı… Su ve usu en güzel anlatan obje mi?.. Elbette su terazisi!.. Peki ya en güzel şiir?.. Bence, köprünün altından çok sular akmış olsa da, Grek Edebiyatı’ndan şu iki dize:
Bir taşı delen suyun gücü değil, Damlaların sürekliliğidir!..