Denizcilik aile mesleği olunca, insanın o virüsü(!) bir şekilde kapmaması pek mümkün değil. Benim için de durum bundan farklı değildi. Küçük yaşlarda, babamın yanına gide gele, azar azar soluya soluya kapıldım tersaneciliğe diyebilirim.
Tabii babamın da bunda payı olmadı değil. Hatta bayağı bir etkisi vardı aslında. Kardeşler olarak hepimiz tatil günlerinde dahi ofise gitmeye küçük yaşlarda alıştırıldık adeta. Biz o zamanlar anlayamasak da babamın bunun için bolca enstrümanı vardı. Mesela harçlığımızı mutlaka cumartesi günleri ofiste verirdi. Tabii öyle olunca da ofise gitmek bizim için şart olurdu.
Babamın 1970’li yılların sonlarından başlayarak 1980’li yıllar boyunca her zaman yeni inşada gemisi olmuştur. Ben de cumartesi günleri babamla birlikte Tuzla’ya gitmeyi tercih ederdim. Bunun da bir sebebi vardı elbette; onunla her gittiğimde, karşılık olarak dönemin en büyük banknotundan bir tane verirdi çünkü babam. Ben de bu fırsatı kaçırmak istemezdim.
Tabii bir taraftan parayı almak için giderdim ama diğer taraftan da aklım dışarıda kalırdı. Kolay değildi sabah gidip akşama kadar orada kalmak. Öğrenciydim o zaman, topu topu bir cumartesi, bir pazarım vardı tatil için. Ama o gelmeler gitmeler zaman içinde bende denizciliğin yanı sıra tersaneciliğe karşı da bir merak uyandırdı. O zamanlar iş güvenliği kuralları bugünkü gibi önemsenmiyordu maalesef. Çocuk yaşta da olsam kolaylıkla çıkıyor, tersanede dolaşıyordum. Bu gezmelerim sırasında öğrendim kaynağı, tankı, boruyu, dirseği…
O zamanlar bunun farkında değildim tabii ama şimdi dönüp arkaya baktığımda bildiğim çoğu şeyi küçüklüğümden itibaren öğrenmeye başladığımı görüyorum. İlgimi de çekiyordu bütün bunlar. Sonra bir baktım kendi isteğimle gitmeye başlamışım… Merak etmişim… İşin teknik boyutunu da o zamanlar kapmışım.
de o zamandan bu yana hâlâ durur. Daha 12-13 yaşlarında gittiğim o atölyede de çok şey öğrendim. Gidip oturmadım tabii; çalıştım, sorumluluk aldım. Daha sonra abimler eğitimlerini tamamlayıp geldiklerinde, armatörlük işlerindeki gemi bakım-onarımı, yeni inşa gibi teknik konuları da ben üstlendim. Ama bütün bu dönem boyunca bizim işimiz armatörlüktü.
Aradan yıllar geçti ve babamın 1960- 1970’li yıllarda yaptığı gemi tamir işini yeniden yapma fırsatı yakaladık 2007 sonlarında. Hem o fırsatın karşımıza çıkması hem de sonuca ulaşması ilginç bir hikâyedir aslında. Hiç beklenmedik bir anda bir telefonla başlayan ve hastanede noktalanan bir hikâye… Tuzla Tersanesi’ni almamızın hikâyesi…
Dedim ya her şey bir telefonla başladı diye… Sanıyorum 2007’nin kasım ayıydı, şimdi tam hatırlamıyorum ama Tuzla’da bir yerlerdeydim. Telefonum çaldı, baktım Kahraman Sadıkoğlu. Kahraman abi ile her zaman abi-kardeş ilişkisi içinde çok yakın dostluğumuz olmuştur. Hatta bizim gemileri de bakım-onarım için ağırlıklı olarak ona götürürdüm o zamanlar.
Açtım telefonu; nasılsın, iyi misin, selamlaşma, hoş beş derken, Kahraman abi “Neredesin?” dedi. Tuzla’da olduğumu öğrenince de “Gel karşılıklı birer kahve içelim,” deyip davet etti. Akşam üstü saatleriydi yanlış hatırlamıyorsam. Gittim. Hasret giderdik, sohbet falan derken Kahraman abi ağzındaki baklayı çıkardı:
“Muratçığım ben bir karar aldım.”
“Hayırlı olsun abi, nedir?”
“Tersaneyi satmayı düşünüyorum.”
Kahraman abinin hayatında zaten her zaman böyle enteresan, ani kararları vardır. O açıdan pek şaşırmadım doğrusu. Sonra da “Sizde çok gemi var, sen de çok uğraşıyorsun bu işlerle, almayı düşünür müsün?” diye teklif etti.
O an almayı düşündüm düşünmesine ama Kahraman abinin tersaneyi kaça satacağını bilmediğinden de emindim açıkçası. Nitekim “Kaç para istiyorsun?” diye de sordum. Ama cevap tahmin ettiğim gibiydi.
Sıra geldi ikinci önemli konuya: “Abi şimdi sana sorsam, tersanenin piyasa borcu ne kadardır diye, onu da bilmiyorsundur.”
“Yok, bilmiyorum.”
O dönem tersanede genel müdür Coşkun Coşar vardı. Çağırdık ona sorduk hesapları. Ama ben onun da bilmediğinden emindim.
Kahraman abi, “Coşkun,” dedi, “bizim ne kadar borcumuz var şu anda piyasaya, bankalara?..” Yine tahminim çıktı. O da bilmiyordu…
Bu çok absürt bir şey değildi tabii. Bilmemesi normaldi, üstünde çalışılıp çıkartılması lazımdı doğal olarak. En sonunda on beş günde hesapların hepsinin çıkarılması, bu arada da Kahraman abinin bu konuyu başka kimseye açmaması konusunda anlaştık.
Ne yapılacak yani? Tersanenin toplam borcu çıkarılacak; burası o borcu karşılıyor mu, bakılacak; sonunda da bir artı değer varsa bizim Kahraman abiye ne kadar vermemiz gerektiği hesaplanacak. Bu konuda anlaşıp vedalaştık.
Tabii aileme bahsettim bu durumdan. Cevapları netti: “Sen bu işle uğraşabileceksen tabii olur, neden olmasın? Ama bizim işimiz başımızdan aşkın, bizden öyle çok büyük bir destek bekleme.” Sonra da “Sen işlerinin arasına bir de bunu ekleyeceksen, Allah kolaylık versin,” deyip topu bana attılar. Bu arada aramızda da mümkün olabilecek bir fiyat üzerine konuştuk tabii.
Aradan 15-20 gün geçti. Hastanedeyim. Küçük kızım Aslı -o zaman 4 yaşında falan daha- ağır bir grip geçirmiş, hastanede tedavi görüyor. Yine telefon, yine Kahraman abi. “Murat, hesaplar çıktı, bir görüşelim.” Durumu anlattım, üzüldü tabii. Geçmiş olsun vs. konuşurken, “Ben bir geleyim hem Aslı kızımı ziyaret edeyim hem de seninle şu işi konuşalım,” dedi.
Saat 21.00-22.00 gibi geldi Kahraman abi, kızım Aslı’yı ziyaret etti, sonra aşağıdaki kafeye indik ve başladık konuşmaya. Kahraman abinin yanında bir evrak vardı, onu bıraktı masaya, “Murat, biz hesabı çıkarttık,” dedi. “Tamam abi, bakayım rakama.” Kaldırdım evrakı, en alttaki rakama baktım, kapattım. “Üstüne bir şey istiyor musun abi?” dedim. Bana belirli bir meblağ söyledi, tabii ki şimdi onu söylemeyeceğim.
Yanıtım net oldu. “Hayırlı olsun abi.”
“Hayırlı olsun.”
Böylece sözlü anlaşmaya vardık.
Ama bunu bir de kâğıda dökmek gerekiyordu. Hastanedeyiz tabii, ikimizin yanında da ne kâğıt var ne de kalem.
Baktık masada peçete var. İşte sana kâğıt. Garsondan da kalem istedik -onda da kurşun kalem varmış.
Kahraman abinin yazısı çok güzeldir. “Sen yaz abi,” dedim ona. Peçete ve kurşun kalemle sözleşmeyi yaptık:
“Listede yer almayan, şu tarihe kadarki tüm borçlar Kahraman Sadıkoğlu’na, aynı tarihten sonra oluşacak tüm borçlar Murat Kıran’a aittir. Şu tarih itibariyle şu fiyata tersaneyi sattım/aldım.”
Aslında elbette peçete işin latifesiydi, “Söz uçar yazı kalır,” deyip attık imzaları.
Yoksa benim için de Kahraman abi için de bir söz yeterliydi.
İşte hastane kantininde, peçeteye kurşun kalemle yazılan bu sözleşmeyle, bugünkü TK Tuzla Tersanesi’ni satın almış olduk.
Bu arada, şahidimiz de garsonumuzdu.