15 Temmuz darbe girişiminin 2. yıldönümünde Piri Reis Üniversitesi’nde bir konferans düzenlendi. Türkiye Demokrasisine yönelik yapılan bu saldırının ekonomik açıdan etkileri değerlendirildi. Konferansta ekonomik saldırıların boyutu, alınan ve alınabilecek önlemler konuşuldu.
Piri Reis Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kaya Ardıç ve Medipol Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kerem Alkin’in konuşmacı olarak katıldığı konferansın açılış konuşması Piri Reis Üniversitesi Rektörü Prof. Dr . Oral Erdoğan tarafından yapıldı.
Rektör Erdoğan; darbe girişiminin hemen ardından, bu işin arkasında çok ciddi ekonomik gerekçelerin olduğunun farkında olduklarını belirterek hemen bir ekonomi deklarasyonu yayınladıklarını belirtti.
Prof. Dr. Erdoğan; “2 senedir gördüğümüz konu Türkiye ekonomisinin aslında 16 Temmuz sonrasında, 15-16 Temmuz’dan itibaren daha önceden yaklaşık 1 sene öncesinden beri gelen ekonomik bir saldırı içinde olduğu gerçeğidir. Bugün hala bunun streslerinin hızla arttığı, derecelendirme kuruluşlarının hızla değer düşürdüğü, dövizin önemli bir şekilde devalüasyon olmasa da serbest dalgalanma anlamında çok ciddi bir şekilde Türk Lirasına karşı değer kazandığı, borsanın 100 binin altına işte 90 bine kadar gerilemesi, reel sektördeki faizlerin %30’lara doğru tırmanması ve şu anda hala aslında bizim açımızdan önemli bir sendrom yaşandığı kanaatiyle biz bunun sıcaklığını esas gündemde tutalım diye; bu konularda en azından çok değerli iki hocamızdan sunumlar dinleyerek bilgimizi genişletelim istedik.” diye açıklamada bulundu.
Konferansta ilk önce söz alan Piri Reis Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kaya Ardıç oldu. Prof.Dr. Ardıç; konuşmasına Türkiye ekonomisinin kalkınma ve büyüme perspektifinden söz ederek başladı.
Prod.Dr. Kaya Ardıç konuşmasını şöyle sürdürdü;
“15 Temmuz darbe girişimi ile ekonomi arasındaki bağlantıları kurmakta bayağı zorlanıyorum. 15 Temmuz’un ekonomik etkilerine kısaca birkaç veri ile değineceğim ama, öncelikle vurgulanması gereken nokta şu ki Türkiye ekonomisi bir kriz içerisinde değildi. Gerçi ekonominin büyüme temposu yavaşlamıştı ama 15 Temmuz bir krizin sonucu, ekonomik nedenlerle yapılan bir darbe değildi. Daha çok siyasetçilerin uzmanlık alanına giren bir siyasal terör ve darbe hareketiydi. Bir iktisatçı olarak ben ancak bunun kısa, orta ve uzun vadeli etkileri üzerinde bir şeyler söyleyebilirim. Türkiye’nin o andaki 2016 Temmuz’unda geldiği nokta olarak ekonomik kalkınma ve büyüme perspektifi açısından ne durumda olduğunu kısaca açıklamaya çalışarak başlayayım.
Türkiye ekonomisi, özünde makro ekonomik dengesini kuramamış, dolayısıyla kırılganlıktan kurtulamamış, ama sürekli de bir yandan büyüme çabasını da hiç ihmal etmeden zaman zaman ekonomik dalgalanma içinde kâh 7.4 büyüyüp, kâh 1.8 daralıp küçülüp; ama belli bir çizgide, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana % 5 civarında bir potansiyel büyüme temposunda sürdürebilmiş dinamik bir ekonomi.
Temelde makroekonomik dengesini tutturamıyor, bunun da temel nedeni, bizim 1.sınıfta öğrencilere anlattığımız “döngüsel akım modeli” ile çok net olarak görülen, ekonominin reel kesiminde, üretim kesiminde yatırım, tüketim harcamaları vd. ile yaratılan ekonomik büyüklük, değer ile parasal akımın beslediği finansal sektörde yaratılan, varlık fiyatlarından oluşan ekonomik değer arasındaki büyük dengesizlik, Bunun bir başka deyişle anlamı ürettiğinden daha çok tüketen,, gelirinden daha çok harcayan bir ekonomik yapı.
Özünde bunun nedenine baktığınız zaman çünkü sermaye birikimimiz yeterli düzeyde değil, toplam tasarruflar, büyüme kalkınma çabaları sonucu harcamaların özellikle yatırım harcamalarının çok gerisinde kalması yani tasarruf açığı, kaynak açığı olan bir ekonomik yapı. Bu yapı tabii dış tasarrufla başka bir deyişle borçlanmayla sürdürülmeye çalışılıyor. Bu 2016 Temmuz’unda dediğim gibi 2008 krizinden sonra 2009-2010 yıllarında çok yüksek bir büyüme ivmesi yakalayan Türk ekonomisi bu yüksek büyüme temposunu koruyamıyor. Çünkü bu büyüme oranları sürdürülebilir oranlar değil. Bu nedenle de ekonomi aşırı ısınarak tmel değişken ve parametrelerde dengesizlikler, birtakım sorunlar ortaya çıkıyor.
15 Temmuz 2016’da darbenin olduğu gece ve onu izleyen pazartesi günü kısa dönemde böyle vahim bir darbenin sonunda beklenen bir takım olumsuz gelişmeler oluyor;, işte borsanın %13,4 değer yitirmesi, dolar 2,90 TL,iken Pazartesi 3.04 oldu gayet doğal. Turizmi etkiledi, 5 milyon azalma oldu toplam turist sayısında. Turizm gelirlerinde 3 milyar dolar düşme olduğu belirtildi. Ve 3. çeyrek temmuz ayını da içeren ekonomik büyüme tüm olumsuz etkilerin sonucu eksi 1.8 küçülme gösterdi. Fakat burada altı çizilmesi gereken nokta, bu kadar ciddi, vahim darbe girişiminden sonra Dünyada bu kadar çabuk toparlanan bir ekonomi örneği ben bilmiyorum. Çok çabuk toparlandı Türk ekonomisi. Bu Türkiye ekonomisindeki dinamizmin canlılığın, özel sektörün girişimciliğinin bir yerde sonucu, ama. Hükümetin de bu konuda son derece acil, etkili teşvik tedbirleriyle, her türlü destek kararı rahatlıkla alındı ve uygulamaya kondu. Kredi garanti fonu ile ekonomiye 250 milyar Tl. lik bir kredi yapılandırnası ile verilen nakit destek ÖTV indirimleri, istihdam seferberliği vd. ile özel sektöre büyük bir destek verdi hükümet.
Dolayısıyla toparlanmanın sonucu Türk ekonomisinde 2016 yılı böyle bir darbeye karşın yine de 3. Çeyrek %,-1,8 daralsa da, yüzde 3,2 büyüme ile kapandı. 2017’de rekor yüzde 7,4 çok yüksek tempolu bir büyüme gerçekleşti.
15 Temmuz darbesinin orta ve uzun vadeli etkilerine gelince, tabii ki kısa vadede etkilerinden daha ciddi ve derin boyutta etkiler oluştu. Her şeyden önce Türkiye’nin çok zorlukla sağladığı olumlu imajını zedeledi. Türkiye’de demek ki böyle bir darbe girişimi yapılabiliyor, siyasi istikrar açısından böyle bir dengesizlik ortaya çıkabiliyor dendi dış yatırım ve finans çevrelerinde. OHAL ilan edildi zorunlu olarak terörle mücadelenin bir parçası olarak, OHAL hukukun askıda olduğu bir rejim, OHAL olan bir ülkede dolayısıyla hukukun üstünlüğü, mahkemelerin bağımsızlığı temel insan hakları gibi bir takım konularda ister istemez özellikle yabancılar açısından söylüyorum, bir takım kaygıları endişeler ortaya çıktı ve bu Türkiye’nin İmajını zedeleyen süreç, özellikle yabancı sermaye girişlerinde doğrudan direkt yatırımlar başta olmak üzere bir aksamaya yol açtı. Bir ara 2017’nin başlarında küresel ekonomide de ivme gelişmekte olan ülkeler lehine döndü, rüzgarlar olumlu yönde esti ve bir sermaye girişi oldu ama bugün geldiğimiz noktada küresel ekonomide gözlenen ticaret savaşları, FED’in faiz artışları vd. etmenler sonucu maalesef bu kesildi ve bugün Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durum oldukça ciddi sıkıntılı bir durum. Belki de 2001 krizinden bu yana en ciddi darboğaz. Çünkü gelinen nokta öyle ki , dışarıya karşı her şeyden önce güven, işlerin hukuka uygun ekonomik rasyonele uygun bir şekilde yürütülmesine ilişkin bir güven, olumlu bir görüntü vermemiz gerekiyor. Yeni Maliye ve Hazine Bakanı Sayın Berat Albayrak ilk demecinde gayet olumlu ve doğru saptamalarda bulundu. Merkez Bankası’nın bağımsızlığının spekülasyon konusu yapılmasını çok yanlış buluyorum dedi. Ve şunu vurguladı: Merkez Bankası bugüne kadar hiç olmadığı kadar etkin olacak ve ekonominin gerçekleri ve piyasa koşulları neyi gerektiriyorsa o yapılacaktır dedi. Bu, tabii çok olumlu ve doğru bir saptama. Eğer uygulamada da gerçekten böyle yapılırsa, kolaylıkla Türkiye ekonomisinin bu toparlanma dinamizmi, yeteneği, becerisi gerçekten çok karamsar olmamızı gerektirmeyebilir, tekrardan ferahlama olabilir, ekonominin çarkları dönmeye başlar. Ama bakın her türlü siyasi değer ölçüsü, ideolojiyi bir kenara bırakalım. Somut olarak geçen hafta çarşamba günü TCMB’nin açıkladığı ödemeler dengesi bilançosu içinde bulunduğumuz durumu, sorunlarımızın hangi boyutta olduğunu gayet açık gösteriyor. Mayıs ayı itibariyle Türkiye ekonomisi 5 milyar 885 milyon dolar cari açık verdi. Ödemeler dengesinin, her bilanço gibi aktif pasif dengesinin sağlanması, finanse edilmesi gerekiyor. Bu açığı kapatmak için mayıs ayında giren net olarak yabancı sermaye sadece 331 milyon dolar oldu. Çünkü 1 milyar dolara yakın potföy yatırımlarında çıkışı oldu yabancıların Tabii nasıl finanse edildi bu açık ?, TCMB’nin döviz rezervlerinden 2,223 milyar dolar rezerv bozuldu. Dışarıdan da net hata- noksan dediğimiz ne nereden geldiği, kaynağı bilinmeyen ( büyük olasılıkla Türk iş adamlarının dışarıda tuttuğu mevduatlarından) 3,383 milyar dolar ile ancak finanse edildi. Bu tablo salt Mayıs ayına özgü değil. Ocak-Mayıs beş aylık veriler de ayni tabloyu yansıtıyor : 27.724 milyar dolar cari açık, buna karşılık dışardan salt 19.808 milyar dolar finansman ve 7.110 milyar dolar net hata-noksan ve TCMB rezervlerinden çözülen 771 milyon dolar….
Sn zamanlardaki döviz kurları ve faiz artışlarının altıda yatan neden de bu çıkışlar ve sürecin dinamikleridir. Portföylerini bozarak satışa geçen yabancılar piyasada likidite sıkıntısıyla daha düşük fiyattan(daha yüksek faiz) satışa razı olarak döviz talep ederek çıkmaya çalışıyorlar, bu da döviz fiyatlarını yükselmesine yol açıyor.,
Sonuçta; ,gelinen noktada bugün için yabancılar dışardan para getirmiyor, tersine paralarını çıkarıyorlar O zaman bunun nedenine eğildiğimiz zaman ilk gözümüze çarpan demek ki Türk ekonomisine duyulan bir güven eksikliği oluyor, Uygulamalara ve gelişmelere bakan yabancılar bir yandan Türkiye için, yüksek risk algılayarak, diğer yandan da küresel ekonomideki gelişmelere bakarak, başta FED ’in faiz artırımları sonucu güvenli liman olarak dünyanın her köşesinde az gelişmiş ülkelerden ABD ekonomisine doğru sermaye hareketleri oluyor ve. bu dış konjonktür de Türkiye ekonomisini olumsuz etkiliyor.
Sn.Bakan Berat Albayrak’ın dediği gibi, gerçekten TCMB bağımsızlığı gözetilir, ekonominin gerçekleri ve piyasa koşulları neyi gerektiriyorsa onlar yapılırsa Türk ekonomisinin içinde bulunduğu bu sıkıntılı durumdan çıkma ve yeniden dışarıya karşı olumlu bir görüntü vererek bu dar boğazı aşma ve ekonominin çarklarının yenden olağan temposunda döndürme kapasitesi ve gücü vardır. Bekleyelim ve görelim.
Medipol Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Kerem Alkin ise ; “Türkiye’nin en saygın iktisatçılarını bir araya getiren Piri Reis Üniversitesi gibi çok önemli bir üniversiteyiz. Dolayısıyla burada her bir kelimeyi her bir değerlendirmeyi çok tartarak konuşmak gerekiyor. “diyerek sözlerine başladı.
Prof.Dr. Kerem Alkin konuşmasını şöyle sürdürdü.
“Özüne baktığınız zaman aslında dünya ekonomi politiği açısından bir yeniden yapılanma döneminin içinden geçiyoruz, öyle vurgulamamızda yarar var. Bu çerçevede aslında Asya Pasifik ve Atlantik arasında yeni bir mücadelenin yeni bir önderlik mücadelesinin yaşandığı bir periyottan geçiyoruz. 1750’den itibaren başladığını varsaydığımız 1. sanayi devrimi onun hemen arkasından 2. sanayi devrimi ile birlikte öncelikle Hindistan ardından Çin’in dünya ekonomisindeki ağırlığının azaldığı bir periyot görüyoruz. 1750 Sanayi devriminin hemen öncesinde Antik Yunan antik Mısır antik Türkiye ve antik İran var. Dört önemli coğrafi alanın dünya ekonomisinde tarihin başlangıcından mal ve hizmet üretimindeki ağırlığı neredeyse yüzde 12’lere geliyor. Ancak Osmanlı İmparatorluğu ağırlıklı bu coğrafyada 1750’lerde ağırlığın önemli ölçüde azaldığını ve bunun çok büyük bir kısmını Osmanlı’nın temsil ettiğini görüyoruz. Osmanlı’nın dünya ekonomisindeki mal ve hizmet üretimindeki ağırlığı 1750’nin başında yaklaşık olarak %3 civarında sonra iki önemli sanayi devrimi dönüşüm sürecinden sonra Osmanlının dünya ekonomisindeki ağırlığı önce bir buçuğa ardından da Osmanlı yıkılırken Cumhuriyet kurulurken bu ağırlık 0.5 e kadar düşüyor. Sonra 95 yıllık bir Cumhuriyet tarihi mücadelesi var. Bu 95 yıllık Cumhuriyet tarihi mücadelesinde Türkiye ekonomisinde gün oluyor dünya ekonomisinde mal ve hizmet üretimdeki ağırlığımızı 1,14’lere kadar çıkarmayı başarıyoruz. Ancak bugün itibariyle sizlerin de gayet yakından takip ettiği Türk Lirasındaki değer kayıplarına bağlı olarak dünya mal ve hizmet üretiminde ki ağırlığımız 1,14’lerden tekrar 0.98’lere bir nebze gerilemiş durumda. Ama var gücümüzle bunu önümüzdeki dönemde önce bir buçuğa ardından da 2060 sonrasında eğer başarabilirsek yüzde 3’lere yani Osmanlı İmparatorluğu’nun 1750’lerdeki seviyesine çıkarma gayretinde olacağız. Birazdan daha rakamlaştıralım. Biraz daha 150 yıllık bir periyoda bakalım 1750 ile 1900 arasındaki dönem kritiktir. 1830 buhar gücüyle makineleşmenin hızlandığı dönem, 1750 ile 1830 arası ülkelerin dünya mal ve hizmet üretimindeki ağırlık değişiklikleri, 1830-1860 arası çok daha büyük bir dönüşüm geçiriyor ve bu dönemde üçüncü dünyanın dünya mal ve hizmet üretimindeki ağırlığını önemli ölçüde kaybettiğine şahit oluyoruz. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde yer aldığı grup 1750’de Sanayi Devriminin başlangıcında yüzde 72’lik bir ağırlığa sahip dünya ekonomisinde. 1900’lere geldiğimizde bu kadarlık kısa bir periyot içerisinde dünya mal ve hizmet üretiminde ağırlık neredeyse yüzde 11’lere kadar geliyor. Burada çok tarihi ve kırılma şudur; Üzerinde güneş batmayan imparatorluk 1860’da kökleşmiş İngiltere 1860 itibariyle 1.ve 2. Sanayi Devriminin kendisine sağladığı imkanlar doğrultusunda dünya ekonomisinde en önemli üretim merkezi konumunda. Avrupa’daki pek çok ülkenin ona geçebilecek bir durumu olmadığını gözlemliyoruz. Fakat ilginç bir gelişme üzerinde güneş batmayan imparatorluk konumunda olan İngiltere ilginçtir .1860’tan sonra kamu bütçesini yani bütün İmparatorluğu ait olan topraklara rağmen kamu bütçesini yönetmekte önemli zorluklarla karşı karşıya kalıyor. Ve bu zorlukların çok ilginizi çekebilecek önemli bir sonucu var, O da Piri Reis Üniversitesi’nin alanını ilgilendiren bir konu. Britanya kamu bütçesindeki büyük sorunlar nedeniyle bir süre sonra dünya denizlerinde dolaşan donanma gemileri itibariyle Amerika Birleşik Devletleri’nin gerisinde kalmaya başlıyor. Bu çerçevede o dönemde Amerikan donanmasının yavaş yavaş sıvı yakıtla çalışan gemilerden, açıkçası söylemek gerekirse İngiltere’ye aslında fark attığını görüyoruz. Bunun en son noktası 1941 yılıdır.. 1941 yılında Büyük Britanya kapitalist sistemin liderliğini 1860’tan itibaren başlangıçta Büyük Britanya’nın taşıyıcı kolon olduğu omurgayı oluşturduğu asimetrik düzen dediğimiz kapitalist sistemin yeni lideri olarak bu taşıyıcı kolon görevini de Amerika Birleşik Devletleri’ne devrediyor. Şimdi burada genel manada baktığımızda 2000’li yılların başından bu yana ve 2008 küresel finans krizinden itibaren daha da derinleşir şekilde Amerika Birleşik Devletleri’nin yaklaşık 70 yıldan bu yana taşıdığı ifade edilen bu asimetrik düzende ki taşıyıcı kolon olma özelliğine çok hızlı bir şekilde kaybettiğine dair tartışmalar söz konusu burada. Özellikle Kanada’nın 2016 yılı itibariyle G7 ve G20 için hazırlamış olduğu bir rapor elime geçti. Bu raporda Amerika Birleşik Devletleri ile G7 ülkelerini ya da G7’nin diğer 6 ülkesini sanayi alanında hizmetler sektörü alanında pek çok farklı sektörde verimlilik anlamında karşılaştıran ilginç bir rapor. Ofisin hazırlamış olduğu bir rapor bunu gösteriyor Amerika Birleşik Devletleri 2016 itibariyle G7 ülkeleri arasında pek çok alanda verimlilik açısından büyük sorunlar yaşamaya başlamış bir ekonomik olarak öne çıkmakta, raporun iddiasına göre G6 ülkelerinin tümü pek çok sektör ve alanda verimlilik anlamında Amerika Birleşik Devletleri’nde ortalama %16’lık kendi lehlerine bir fark atmışlar. O farkın kendi boyutunda baktığınızda Amerika’nın dış ticaret dengesine belli ölçülerde yansıdığını da biliyoruz. Bunun doğal sonucu olarak da açıkçası söylemek gerekirse Trump’ta buna ticaret savaşları ile cevap vermek durumunda kaldı. Biz böyle bir konjonktür içerisinde aslında Türkiye olarak bir enteresan dönemi yakaladık olarak ifade edebiliriz. Şimdi 90’lı yılların sonlarında Clinton ile Al Gore Amerika Birleşik Devletleri’nde yeniden başkan seçildiler. İşte Kasım diyelim ki Kasım 1997 itibariyle yeniden seçildikleri kesinlik kazandı. Tabii her başkanlık döneminde olduğu gibi yine de yemin töreni var ama iki kere çıkmış olmaları nedeniyle zaten fiilen beyaz sarayı onların yönetecekleri aşikâr. Bu nedenle kısa bir süre sonra 1997’nin aralık ayı itibariyle söz konusu Amerika Birleşik Devletleri’nde Washington’da kimisi CIA’ye kimisi Pentagon’a, kimisi Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na yakın kimisi de daha bağımsız gözüken birkaç tane düşünce kuruluşuna 21’inci yüzyılda dünyayı neyin beklediğine dair bir dizi rapor ısmarladılar. Bu raporlar 1998’den yaz ayları itibariyle dökülmeye başladı. Bunlar yavaş yavaş beyaz saraya gelmeye başladı ve beyaz saraydaki işte Türkiye’de de şu anda yeni cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile görmeye başlayacağımız ofislere benzer ofisler bu raporları bir araya getirince bu raporlardan Amerikan yönetiminin zannettiğin aksine hiç de 21 yüzyıl için iyi tablolar çıkmadı. Asimetrik risklere yönelik çok önemli tespitler doğal afetlere yönelik çok ağır tespitler dünyada etnik kimliklere yönelik tespitler bu etnik kimliklerdeki gerginliklerden kaynaklanacak bölgesel savaşlar dünya ekonomisiyle ilgili olarak finansal kriz beklentisi her şey vardı. Finansal deregülasyon ile ilgili tehditler. Dolayısıyla Clinton ve Al Gore rapordan çıkan sonuçlara şok geçirdiler. Çünkü 21. yüzyılda dünya ekonomisi için beklentileri daha iyiydi. Bunun sonucunda baktılar ki raporlarda ortak görüş çok parlak bir 21. yüzyıla işaret etmiyor ve işaret edilen sorunlarda G7 ülkeleri tarafından artık yönetilmesi G7 ülkeleri tarafından çözülmesi mümkün olmayan sorunlar orada yükselmekte olan 11 tane gelişmekte olan ekonomi var dediler ki biz o zaman bu 11 tane gelişmekte olan ekonomi işin içine bir de Avustralya’yı da katalım bir de Avrupa Birliğini de katalım bir G20 kulübü kuralım bu G20 Kulübü ile en azından 21. yüzyılda üzerimize yığılacak olan bu ağır tabloyu yönetmek ve buna ortak çözüm üretmek üzere bir platformumuz olsun. Bu süreç içerisinde de Türkiye ekonomisiyle ilgili olarak Türkiye’nin siyaseti ile ilgili olarak da bir yaklaşım farkı ortaya çıkmaya başladı. Bunun en enteresan özelliklerinden bir tanesi de Türkiye’nin G20 kulübüne bir üyesi olarak ifade edilmesidir. Ondan sonra Uluslararası Para Fonu ile bir serüven başladı. Bir yandan da Türkiye’de birtakım seçimlerin gerçekleştiğine şahit olduk. 2001 krizi yaşandı ve 16 yıllık dönem içerisinde Türkiye’de hızlı bir dönüşümün başladığına şahit olduk. Burada açıkça söylemek gerekirse acaba 16 yılda neler yaşandı diye baktığımızda 1. önemli noktalardan bir tanesi connectivity olarak ifade edebilir. Yani Türkiye bir şekilde erişilebilirlik noktasında Dünya ile daha entegre bir ekonomi haline dönüştü. Bunu rakamlaştırmaya çalıştığımızda şunu ifade edebiliriz mesela 2004 yılında Türkiye ekonomisinde kaç ilimizin ihracat yapabildiğine ve o illerimizden ne kadarlık bir ihracat yapılabildiğini baktığınızda rakamların oldukça mütevazi olduğunu ama bugün itibariyle baktığımızda dünyadaki birçok ülke ile karşılaştırıldığında hala gidilecek mesafe hala kilogram başına katma değer açısından çok mücadele etmemiz gereken hususlar olmakla birlikte Türkiye’nin artık 81 ilinden ihracat yapılan, bunların önemli bir bölümünde 1 milyar dolar üzerinde ihracat yapılan şehirlere sahip olduğunu ve iyisiyle kötüsüyle yaklaşık 26 milyar dolarlardan 170 milyar dolarlara gelen bir süreçle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Bu dönem içerisinde Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ile anlaşamadığımız Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ile kanlı bıçaklı olduğumuz en önemli konu Merkez Bankası’nın özellikle Türkiye Avrupa Birliği’ne tam üye adayı ilan edildikten sonra içeriye giren çok büyük miktardaki sıcak parayı sterilize edememesiydi piyasadan. Bu sterilizasyon sorunu nedeniyle Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın o dönemde içeriye giren bu büyük miktardaki döviz likiditesini piyasadan sterilize edememesi nedeniyle bir şanssızlık oldu ve Türk Lirasında biz bir aşırı değerlenme sorunu yaşadık. Bu aşırı değerlenme sorununun Türkiye ekonomisinde sebep olduğu en büyük sıkıntılardan bir tanesi de Türkiye’nin ithalata bağımlılığının artması oldu. Çünkü yerli hammadde üreticileri aşırı değerlenen Türk Lirası nedeniyle ve ucuzlayan ithalat nedeniyle Türk lirasının aşırı değer kazanması nedeniyle ithal hammadde ile ithal hammadde ürünleri ile yarışamayacak hale geldiler ve bu nedenle o dönemde pek çok kritik önemdeki sektörde hammadde üretimi adeta yok olma noktasına geldi. Türk imalat sanayine bir ara %78 oranında ithal hammadde ile üretim yapar noktaya getirdi. Bu nedenle bugün Türkiye’ye 170 milyar dolar ihracat rekoru kırmaya çalışıyor ekonomideki üretim 860 milyar dolara geldi bu 860 milyar dolarlık katma değer üretiminin yaklaşık olarak tek başına 250 milyar dolarını imalat sanayi yapmaya çalışıyor. Tamam bunların hepsi tamam, ama şöyle bir realite var. Bunların çok büyük bir kısmını imalat sanayinde hala %78 oranında ithalata bağımlılıkla gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Bu nedenle Türkiye ihracatta rekor kırdığı ölçüde ithalatta da rekor kırıyor. Bu nedenle Türkiye ekonomisi belirli bir büyüme bandını yakaladığı andan itibaren Türkiye’nin dış ticaret ve cari işlemler açığının da bunun doğal sonucu olarak gücüne hep birlikte şahit oluyoruz. Büyümemek gibi bir lüksümüz de yok. Çünkü her yıl yaklaşık olarak ortaöğretimden ve yükseköğretimden 800 bin genç insan mezun oluyorlar ve iş istiyorlar. Dolayısıyla 800 bin genç insana artı bekleyen işsizlere istihdam imkânı üretmeniz gerekiyor. Türkiye’de bunun da istihdam başına maliyeti yaklaşık olarak 50.000 dolar. Yani Türkiye’de bir kişiye istihdam imkânı oluşturmanın ortalama maliyeti 50.000 dolar Dolayısıyla bu kadar çok sayıda insana eğer istihdam imkânı üretecekseniz; senede 100 milyar dolar civarında bir yatırım yapmamız gerekiyor ki bu söz konusu istihdamla ilgili basıncı yönetebileceğiniz kadar yönetin. Ama tabi işsizlik rakamlarının yüksek olduğunun da bu yönüyle bakıldığı zaman aslında farkındayız. Bunlar minval içerisinde biz genel manada bakıldığında 2008 küresel finans krizine kadar genel manada dünyadan önemli ölçüde yabancı kaynak girişiyle ekonomik büyümeyi finanse eden bir ülke olarak dolara kadar geldik halen de modelimizi ağırlıklı olarak bu finansman modeli üzerinden yönetmeye devam ediyoruz. Ancak son yaklaşık beş altı yıl içerisinde çok değişik nedenlerle Atlantik ve Pasifik arasındaki savaşın çok fazla ortasında kalmaya başladık ve Türkiye Asya-Pasifikle daha farklı ilişkiler, Rusya’yla daha farklı ilişkiler Afrika ile daha farklı ilişkiler kurmak istiyor. Bu yeni ilişki sürecinde Asya-Pasifik’le Afrika ile Rusya ile yeni ilişkiler demetini oluşturma sürecinde bundan çok daha haz duymayan bundan hiç hoşlanmayan bir Atlantik Cephesi ile de karşı karşıyayız. Dolayısıyla bu tablo açısından baktığımızda özellikle son 5 yıl içerisinde Atlantik Cephesi ile yani Amerika Birleşik Devletleri ile ve Avrupa Birliği ile aramızdaki siyasi alandaki anlaşmazlıkların çok daha fazla arttığına Türkiye dış politikada kendisi için çok taraflı yeni bir ilişki süreci oluşturma gayreti gösterdikçe çok farklı noktalarda aramızdaki gerginliğin tırmandığına şahit olduk ve o esnada da Türkiye bazı önemli kırılmalarla karşı karşıya kaldı. Temelde baktığınız zaman bulunduğumuz coğrafya ve dünya ekonomik ve siyasi alanda askeri alanda bir sürü kırılmalar yaşamasına rağmen Türkiye bir büyüme patikası yakalamış ve bu büyüme patikasını var gücüyle devam ettirme gayreti ile sürdürmüş gibi gözüküyor. Bu büyüme patikası içerisinde önemli noktalardan bir tanesi hiç şüphesiz Türk toplumunun genel duruşu olarak ifade edilebilir.
Anglosakson ifade ile eğer ülkeler ekonomik ve siyasi alanda bazı kırılmalarına karşı karşıya kalacaklar ise ‘wait and see’ ifadesini biliyorsunuz yani bir bakalım görelim bir bekle görelimdir. Fakat çok enteresan Türk iş dünyası ile 30 seneden beri beraberiz. Akademisyen olarak İstanbul Ticaret Odasından başlayarak Türkiye İhracatçılar Meclisi, Türkiye’nin çok değişik yerlerindeki sanayi ve ticaret odaları, İnşaat Malzemesi Sanayicileri Derneği falan derken hemen hemen benim neredeyse toplantılarına katılmadığım hiçbir STK yok gibi. Bütün STK’larla yaptığım toplantılar sonucunda Türk iş dünyasında son 20 yıl içerisinde wait an see den çok walk and see gibi bir genel tavrın oluştuğunu görüyoruz. Yani bir ekonomik ve siyasi risk süreci olursa bile Türk İş Dünyası bu oluşan riskleri üretmeye devam ederek daha doğru bir ifadeyle bisikletin pedallarını çevirmeye devam ederek aslında yönetmeye çalışıyor. Bu boyutuyla bakıldığında açıkçası söylemek gerekirse riskler artıyor olmasına rağmen Türk İş dünyasının bisikletin pedallarına da basarak bunu yönetme gayreti nedeniyle biz çok enteresan bir şekilde üretim rakamlarında 2018’in 1.çeyreğine kadar bir kırılma gözlemlemedik, hatta biraz evvel Kaya hocamın ifade ettiği gibi yani 21 Yüzyıl’da artık bu ülke herhalde yeni bir yeni bir askeri darbe ile bir askeri darbe teşebbüsü ile artık hiç karşılayamayacaktır, bu tarihe karışmıştır diye bir görüşümüzün olduğu bir anda gerçekten hiç beklemediğimiz bir anda Türkiye’yi dünya siyasetinde çok zor durumda bırakan, Türkiye’nin uluslararası kredibilitesine çok ağır bir darbe vurmuş olan bir hain darbe girişimi ile karşı karşıya kaldık. Bir adeta bir iç savaş girişimiyle Türkiye’yi belki de çok büyük bir zafiyetle karşı karşıya bırakacak bir işgal girişimi ile karşı karşıya bırakacak bir hain teşebbüsle karşı karşıya kaldık ve buna rağmen Türk İş dünyasının biraz evvel anlattığım pedalları çevirme güdüsüyle biz 2016’nın son çeyreğinde tekrar pozitif büyümeye döndüğümüz gibi 2017 yılında da yeni bir ekonomik büyüme rekoruna imza attık. Ancak bu büyümedeki rekorlar yüzde 78 oranında imalat sanayinin hammadde ithalatına bağımlılığı ile birlikte ve Türkiye’nin bu anlamda ekonomiyi yürütmek için yabancı kaynağa bağlı olarak bu işleri gerçekleştirmesine bağımlı olduğundan dolayı Türkiye’nin dış borçlanma ihtiyacı da dış ticaret açığı da cari işlemler açığı da bu büyüme rakamları ile birlikte artma eğilimi gösterdi. Dolayısıyla evet bir büyüme hikayemiz var ama sanki bugün itibariyle baktığımızda en azından önümüzdeki 2 yıl bu büyüme hikayemize bir yavaşlama getirmemiz gereken bu büyüme hikayemizi bu büyüme patikamızı bir dönem için artık yüzde üç dört bandına belki de belki bir miktar daha aşağıya basmamız gereken Türkiye ekonomisinin Makro dengelerine yönelik ikinci ve üçüncü nesil reformları büyük ölçüde hayata geçirdikten. Bu ikinci ve üçüncü nesil reformlar sayesinde cari açığımızı fiyat istikrarı ile ilgili sorunlarınızı finansal istikrar ile ilgi sorunlarımızı büyük ölçüde daha yönetilebilir daha sürdürülebilir bir noktaya geçirdikten sonra sanki büyümede kaldığımız yerden devam etmek daha doğru bir kurgu olacakmış gibi gözüküyor. Bu noktada ekonominin demokratikleşmesi konusunda verebileceğim örnekler şu olabilir; Anadolu sermayesinin Anadolu kaplanlarının kurumsallaşma çabaları bu kurumsallaşma çabalarına bağlı olarak şirketleşme döngüsü Anadolu’daki bu kentsel dönüşüm sermayesinin Anadolu kaplanlarının kurumsallaşma çabaları bu kurumsallaşma çabalarına bağlı olarak şirketleşme döngüsü Anadolu’daki bu kentsel dönüşüm Anadolu sermayesinin Dünya ile eklemlenme mücadelesi bunun Türkiye’nin ihracatına illerimizin ihracatına yansımaları ama ekonominin demokratikleşmesi boyutunda Belki de üstünde durabilecek en önemli detaylardan bir tanesi. Türkiye’de hiç olmadığı kadar iş dünyasının sivil toplum kuruluşlarının ülke ekonomisinde çok daha fazla söz sahibi olmak çok daha fazla fikir üretme gayreti içerisinde oldukları bir döneme girilmesi, yani bir STK devrimi olarak ifade edebileceğimiz bir dönemde yaşandı bunu da göz ardı etmemek lazım. Ancak bu noktada açıkçası söylemek gerekirse özel sektörün ülke ekonomisindeki ağırlığının arttığını da ifade etmemiz lazım Bir zamanlar Türkiye’de daha çok kamu ağırlıklı kamunun ülkedeki yatırımlarda daha fazla söz sahibi olduğu bir ekonomik yapıya sahiptik. Ama bu 2000’li yıllar ile birlikte Türkiye’de özel sektör ağırlıklı bir ekonomik yapıya geçtik ve bunun etkilerini de çok net görme şansımız oldu. Pek çok sektörde özel sektör kamudan çok da önemli yatırımlara imza atar hale geldi. Tabii ekonominin demokratikleşmesi noktasında üzerinde durulması gereken konulardan bir tanesi self-confidence yani Türkiye’de iç dünyasında ve hane halkında içinde bulunduğumuz dönemdeki özgüvendeki tırmanış ve tüketici güvenindeki büyük sıçrama. Özellikle Türkiye Avrupa Birliği’ne aday ilan edildikten sonra şöyle bir gelişme yaşandı; Cumhuriyet tarihinde uzun zamandan beri ilk kez Türkiye’nin tüketici güven değeri 100 puanın üzerine çıkmıştı. Bu 100 puanın üzerinde seyredilen dönemde biz ardı ardına bir dizi olay yaşamaya başladık. Danıştay saldırısı, Hrant Dink cinayeti, AK Parti kapatma davası, küresel finans krizi, hadi onu atlattık üstüne Kobane olayları, 17-25 vesaire vesaire derken bu işler 15 Temmuz FETÖ hain darbe girişimine kadar geldi. Dolayısıyla bu perspektiften baktığınız zaman esasen Türkiye ekonomisi için içinde bulunduğumuz dönemdeki üzerinde durulabilecek önemli noktalardan bir tanesi Türkiye ekonomisinde tüketici güveninin artmasını, iş dünyasının reel kesim güven endeksi ne ikisine de 100 puanın üzerinde tutacak yeni bir ortamı, belki oluşturabilmek olarak ifade edilebilir. Burada da belki söylenecek olan nokta şu birinci nesil reformlarda Türkiye iyi, fakat ikinci ve üçüncü nesil reformlar da çok iyi bir performans ortaya koyamıyoruz. Bu dönem itibariyle ikinci ve üçüncü nesil hep onların önünü açarak bu konuda daha başarılı olmamız gereken bir periyoda gelmek durumundayız diye düşünüyorum. Temelde baktığınız zaman son bir nokta olarak belki vurgulamak gerekirse karşımızda Bir kuşak yol projesi var. Bu kuşak yol projesinin 2030 yılına kadar Türkiye’nin de içinde yer aldığı yaklaşık olarak 43 ülkeyi ve 34 milyon kilometrekarelik alanı ilgilendiren coğrafyada 21 trilyon dolarlık ek bir katma değer üretmesi bekleniyor. Türkiye 2030 yılına kadar bu kuşak yol projesinin üretebileceği ek 21 trilyon dolarlık katma değerden ne kadarlık bir pay alabilir bu payı artırabilmek adına ne yapabilir bunların üzerinde durmamız gerekecek. Dolayısıyla bu boyutuyla bakıldığında aslında 15 Temmuz FETÖ hain darbe girişimine bu yönüyle bakıldığı zaman Türkiye’nin çok taraflı diplomasi süreci itibarıyla baktığımızda bu süreçte bir yönüne bakıldığı zaman aslında Atlantik den sanki bir bakıma uzaklaşıyormuş da Atlantik’ten uzaklaşma sürecini bir şekilde ortadan kaldırmak ve Türkiye’ye tekrar belki asimetrik düzenin istediği bir rotaya sokmak üzere oldukça hain ve oldukça vahşi bir deneme olarak da bir teşebbüs olarak da ifade etmek gerekir. Türkiye bu boyutuyla bakıldığında bu çok taraflı diplomasi sürecine ekonomi ve Ticaret diplomasisi ile ilgili çabalarında önümüzdeki dönem yoğun bir şekilde sürdürecek. Asya Pasifikle, Çin’le, Güney Kore, Japonya gibi ülkelerle daha yoğun ekonomik ilişkiler daha yoğun yatırım ilişkileri kurma noktasında iddiamız var. Çin’in bu anlamda giderek artan bir yakınlığı söz konusu. Japonya ile önümüzdeki sonbaharda en geç Ekim ayında çok kapsamlı bir serbest ticaret anlaşması imzalamak aşamasındayız. Bununla ilgili dokuzuncu toplantı Eylül’de yapıldıktan sonra son toplantı Ekim ayında. Bu anlaşmanın imzalanması bekleniyor. Japon müteahhitleri Türk müteahhitlerle başta Afrika olmak üzere Balkanlar olmak üzere bulunduğumuz coğrafyada pek çok alanda birlikte yatırım yapmayı arz etmekteler. Çin, Güney Kore, Japonya gibi ülkelerle uydu sistemleri başta olmak üzere pek çok alanda iş birliği araçları içerisindeyiz. Milli savunma alanı ile ilgili olarak kendi yerli ve milli teknolojilerimizi arttırabildiğimiz ölçüde bu alanda ihracat becerimizi geliştirmeye çalışıyoruz. Pakistan’a gerçekleştirilen son iki önemli savunma teknolojileri ihracatı bu açıdan kritik önem de ve önümüzdeki dönemde Türkiye’nin kilogram başına ihracat katma değerini artırabilecek unsurlar olarak ifade edilebilir. Dolayısıyla genel manada baktığımızda aslında 15 Temmuz’a bu yönü ile bakıldığı zaman, Türkiye’nin yavaş yavaş dünyanın farklı yeni güçleriyle özellikle yükselen yeni E7 grubu ile ilişkilerini daha perçinlemek arzusunda olduğu bir dönemde Atlantik’in yanı sıra Pasifikle de ilişkilerine güçlendirme arayışlarını olduğu bir dönemde, 15 Temmuz hain darbe girişimini, adeta Türkiye’nin bu yeni çok taraflı diplomatik ilişkilerini bir nevi bertaraf etmek amacıyla çok hain bir teşebbüs olarak, Türkiye’yi adeta işgale açık bir ülkeye dönüştürecek çok hain bir teşebbüs olarak da değerlendirmek gerekiyor. O yüzden de önümüzdeki dönemde büyük ihtimalle lisansüstü programlarda bu süreç, Türk halkının destansı direnişinin kodları, çok daha derinlemesine çok daha farklı yönleriyle muhtemelen akademik tezlere konu olmayı sürdürecek diye düşünüyorum. Çünkü çok üzerinde konuşulması gereken boyutu olan bir konu bu mesele, az buz bir mesele değil, büyük bir mesele. Ben bu yönüyle bakıldığı zaman, ekonominin demokratikleşmesi kavramıyla, bu asimetrik düzen kavramıyla, Asya-Pasifik’in yeniden yükselişe, Türkiye’nin Asya Pasifik’le kurma gayretinde olduğu yeni ilişkiler bunların hepsini belli bir pota içerisinde sizlerle paylaşmak gayreti içerisinde oldum.”
Piri Reis Üniversitesi Deniz Kampüsü Konferans Salonunda gerçekleşen konferansı çok sayıda akademisyen ve katılımcı izledi.