M.SABRI GÖKHAN
Bir kez daha merhaba, sevgili Dümen dergisi tutkunları… Tüm deniz sever dostlara selam olsun!
Şaka maka derken, dergimiz dördüncü sayısına ulaştı bile; ne mutlu bizlere, ne mutlu emeği geçen herkese.
Bahriyesinin ve 1455 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından kurulan Tersane-i Amire’nin yapısı ve çalışma esaslarına dayalı olacak. On beşinci yüzyılın ikinci yarısından on yedinci yüzyılın sonuna kadar, Türk Donanması, en azından nicelik açısından dünyanın en büyük deniz kuvvetiydi. Özellikle on altıncı yüzyılda fırtına gibi esen Osmanlı Donanmasının gücü, dünyanın tüm devletlerinin deniz güçlerinin toplamından daha fazlaydı. Tahmin edeceğiniz gibi böylesine muazzam bir donanmanın sevk ve idaresi de son derece sağlam temellere dayalı bir teşkilatlanmadan geçiyordu.
Donanmanın başında, halk arasında Kapudan/Kapdan Paşa diye bilinen, Kaptan-ı Derya bulunurdu. Bu komutanlar on altıncı yüzyılın sonlarına kadar beylerbeyi, yani günümüz rütbelerinden oramirale eşdeğer rütbedeydiler. Daha sonraları vezir, yani Büyük Amiral olarak rütbe taşıyacaklardı. Aynı zamanda Divan-ı Hümayun’un, günümüzün bakanlar kurulunun da üyesi konumundaydılar. Kaptan-ı Derya, Akdeniz ve Karadeniz’deki donanmaların komutanıydı; aynı zamanda Garp Ocakları diye adlandırılan ve Tunus, Trablusgarp (günümüz Libya’sı) ve Cezayir beylerbeyliklerine ait donanmaların da komutanlığını üstlenmişti.
Kapatan-ı Derya’ya değil de doğrudan saraya bağlı dört amirallik daha vardı; bunlar Tuna, Hind, Fırat ve Hazar kapudanlıklarıydı. Tuna Kapudanı, Tuna Nehri’ne konuşlanmış olan “İnce Donanma”nın amiraliydi. Tuna Nehri’nin Karadeniz’e ulaştığı delta bölgesinden Budapeşte’ye kadar olan nehir havzasını kontrol ederdi.
Hind Kapudanlarına, “Süveyş Kapudanı” veya “Mısır Kapudanı” da denirdi. Bu kaptanlar, Hint Okyanusu, Umman Denizi, Kızıldeniz ve Basra Körfezi’nin oluşturduğu o geniş bölgeye komuta ederlerdi. Fırat Kapudanları, Fırat Nehri ve Şattül Arab bölgesindeki nehir trafiğini denetlerken, merkezi Bakü’de bulunan ve on altıncı yüzyıl sonlarında Özdemiroğlu Osman Paşa tarafından kurulan Hazar Kapudanları ise Hazar Denizi üzerindeki trafik ve sair işlerin denetlemesinden sorumluydular.
Dönemin yasası gereğince, “Donanmayı Hümayun” diye adlandırılan Osmanlı Donanmasının tüm gemileri, her altıyedi yılda bir tamamen yenilenmek zorundaydı. Bir gemiyi sekiz yıldan fazla kullanmak kesinlikle yasaktı. Bu nedenle on yedinci yüzyılın ortalarına kadar, hemen her yıl en az kırk parça savaş gemisi ile gerek duyulan sayıda yeni küçük gemi inşa edilmekteydi. Bu dönemden sonra yeni gemi inşa yasasının uygulanmasından vazgeçildi ve Türk Donanması tedricen (azar azar, gittikçe) eski önemini kaybetmeye başladı. Düşünebiliyor musunuz, olağanüstü koşullarda yılda yüz, hatta iki yüz parça yeni gemi inşa etmek/edebilmek, onları donatmak dünyanın hiçbir ülkesinin üstesinden gelebileceği bir şey değildi. İlginçtir ki, dönemin hemen tüm padişahları da kara kuvvetlerine gösterdikleri önemi donanmadan da esirgememişlerdi.
Bu konuyu, II.Selim dönemine ait bir ayrıntıyı vererek daha da anlamlandırmak niyetindeyim.
Kimilerine göre “Sarı Selim”, kimilerine göre “Sarhoş Selim” diye bilinen II.Sultan Selim’in 1566 ila 1574 yılları arasındaki hükümdarlığı döneminde gerçekleşen sefer ve fetihlerin büyük çoğunluğu donanma tarafından yürütülmüştür. Örneğin Sakız Adası’nın fethinin, Yemen’in yeniden alınmasının, günümüz Endonezya topraklarında gerçekleştirilen Açe Seferi’nin, Dalmaçya kıyılarının fethinin, Kıbrıs’ın alınmasının, Tunus’un ele geçirilmesinin, hatta İnebahtı bozgununun bile öncüsü hep Osmanlı donanması olmuştur. 7 Ekim 1571’deki İnebahtı Deniz Savaşı sonrası tarumar olan donanmanın sadece bir yıl içinde baştan sona yenilenmesi mucizesini yaratan da II. Selim’dir. Yenilenen donanma 1572 yazında Akdeniz’e açılacak, müttefiki İspanya’nın kendi iç sorunlarına yoğunlaşmasıyla iyice yalnız kalan Venediklilerin üzerine gidecekti… Fazla dayanamamıştı ve barış isteyecekti mağrur Venedik… 1573 yılında imzalanan barış antlaşmasıyla Kıbrıs’ı Osmanlı Devleti’ne terk edecekler, üstüne bir de savaş tazminatı ödemeyi kabul edeceklerdi.
Dönemin unutulmaz sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa’nın, antlaşma sürecinde Venedikli elçiye söylediği unutulmaz cümleyi hatırlayalım:
“Biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu koparttık; siz donanmamızı yakmakla uzamış sakalımızı tıraş ettiniz… Kopan kol yerine gelmez ama tıraş edilen sakal daha gür çıkar…”
İşte tüm bu başarılı donanma harekâtları II. Selim’in de himmet ve teveccühüne mazhar olmuş ve Haliç’teki Has Bahçesi’nin önemli bir bölümü Tersane-i Amire’ye bağışlanmıştı… İçinde büyük bir koruluğu da barındıran bu bahçe, artık “Tersane Bahçesi” adıyla anılacaktı… 1613 yılına gelindiğinde, Kaptan-ı Derya Kayserili Halil Paşa, Sultan I. Ahmet Edirne’deyken, Tersane Bahçesi’nde “matetemmuat Kasr-ı Ali” (padişaha layık bir saray) yapılmasını emredecekti… Günümüzde hâlâ müze olarak dimdik ayakta duran bu muhteşem eser “Aynalı Kavak Kasrı” adıyla anılacaktı.
Her zaman olduğu gibi konuyu gene dağıttım, bağışlayın lütfen… Sadede gelelim… Donanma mürettebatına gelince: Savaşçı olmayanlar itibarıyla her gemide en az bir imam, bir müezzin, bir doktor, bir teknik operatör, levazım subayları ve bunların yardımcı personeli görev yapardı. Orta büyüklükte bir kadırgada (tam boy aralığı 40 ila 70 metre arasında değişebiliyordu) forsalar dışındaki askeri mürettebat yedi yüz elli kişi civarında olurdu. Bir kadırgada ayrıca iki yüz kişilik forsa bulunurdu. Eğer bu gemi bir “baştarda”, hele bir “Paşa Baştardası” ise tüm ölçü ve personel sayısı değişiyordu.
Kadırga irisi, kalyon küçüğü çektiri sınıfından olan üç tipteki baştardalardan “Paşa Baştardası” Osmanlı deniz filolarında komuta makamı olup, gerek savaş sırasında gerekse barış dönemlerinde Kaptan-ı Derya’nın komuta gemisi olarak kullanılırdı. “Paşa Baştarda”ları genelde otuz altı oturaklıydı ve her oturak için yedi kürekçi bulunurdu. Büyük baştardalarda forsa sayısı beş yüze hatta sekiz yüze kadar olabiliyordu. Eğer iki kürek arasına ilave üçer cenkçi yerleştirilirse, “Paşa Baştardası”nın tüm mürettebatı sekiz yüz kişiye ulaşabiliyordu…
“Paşa Baştardası”nın kıç tarafında bulunan komutan çadırı özel kumaştan el işlemeli olurdu. Bu, on altıncı yüzyıl sonuna kadar cebeci sınıfın dokuttuğu, “serasker” adı verilen kalın bir kumaştan yapılırdı. Sonraları yeşil ve kırmızı kadifeden yapılmaya başlandı; sonunda kırmızı kadifede karar kılındı. “Paşa Baştardası”nın kıç çadırı her yıl değiştirilir ve eskisi Kaptan Paşa’nın maiyetindeki gedikli denizcilerden birine armağan edilirdi. Özel olarak inşa edilen bazı baştardaların -muhtemelen Hünkâr Baştarda’larınınçok büyük olduğunu, üç binden fazla personel taşıyabildiğini de belirtmeden geçmeyelim. Yaklaşık 3000 DWT taşıma kapasitesine sahip bu gemilerin inşa malzemesinin ahşap olduğu göz önüne alınırsa, yapılan işin teknik açıdan ne denli olağanüstü olduğu şüphe götürmez.
17. yüzyılda İstanbul’u ziyaret eden Aubry de La Motraye, anılarını kaleme aldığı “La Motraye Seyahatnamesi” kitabında Osmanlı Donanması için şunları yazar:
“Gemiler her zaman için harekete hazır ve silah başı durumundaydı… Türk kadırgaları çok büyüktü… Çok bakımlıydılar… Mürettebatın kılık kıyafeti de pek düzgündü… Teknelerin üzerinde Türk üslubunda, göz kamaştırıcı bir güzellikte yaldızlı nakışlar ve oymalar vardı…”
Eyaletlerden alınan vergilerden sağlanan gelir, her zaman öncelikle donanmanın ihtiyacı olan kereste, reçine, zift, katran, yelken bezi gibi malzemeler için kullanılırdı. Teknelerin ihtiyaçları açısından, İzmir yöresi çınar ve çam ağırlıklı kereste, Kavala çapa demiri, Ağrıboz Adası katran, Karadeniz bölgesi keten, Çanakkale’deki atölyeler ise yelken bezi temin eden merkezlerdi.
Büyük kıyı kentleri her yıl en az bir veya –tercihen- iki tam donanımlı kadırga yapıp teslim etmekle yükümlüydüler. Gelibolu, Selanik ve İstanbul’da top dökümhaneleri, çapa imalatı için izabe fırınlar ve barut fabrikaları vardı.
mparatorluğun kıyı şeritlerinde yüze yakın tersane bulunmaktaydı. Bunların en büyüğü şüphesiz İstanbul Haliç’teki Tersane-i Amire idi… Avrupa ülkeleri bile zaman zaman bu tersaneye yeni gemi siparişi veriyorlardı. Bir başka ilginç durum da, yedi-sekiz yıl donanmada hizmet gören eski gemilerin, top ve sair silahları çıkarıldıktan sonra, o dönem deniz ticareti yapan Türk armatörlere satılıyor ya da Avrupa’ya ihraç ediliyor olmasıydı. Haliç Tersanesi’nin amiri “Tersane Emini” adı verilen bir Bahriye Müsteşarıydı. Tersane Eminleri amirallerden değil de sivillerden, özellikle de maliyecilerden seçilirlerdi. Bu kişiler tersanenin, dolayısıyla da donanmanın her türlü ihtiyacından sorumluydular. Maiyetlerinde liman kaptanları, mühendisler ve yüzlerce çalışan bulunurdu. Tersanenin teknik amiri ise “Ser Mimar-ı Tersane-i Amire” unvanlı bir gemi inşa başmühendisi olurdu.
Başmühendisin emrinde on mühendis ve yaklaşık dört yüz usta bulunurdu. Ellerinde gümüş bir asa taşırlardı. Tersanedeki esir statüsündeki işçilerden ise “Forsa Zindanı Kâtibi” adı verilen bir yüksek memur sorumluydu.
“Mahzen Kâtibi” ise seferden dönen gemilerin onarımından ve getirilen ganimetlerin devlet hissesi olan beşte birlik kısmına hazine adına el koymaktan sorumluydu. Bütün bu üst düzey memurlar, Tersane Emini’nin talebi üzerine doğru ve düzenli bir biçimde rapor vermek zorundaydılar. Kolay mı, Haliç Tersanesi, 137 adet savaş gemisini eş zamanlı olarak kızağa koyabilme, birkaç ay içersinde de tüm donanımları bitirilmiş şekilde denize indirme kapasitesine sahip, dünyanın en büyük gemi inşa kurumuydu.
Kaptan-ı Deryalar eğer savaş nedeniyle denizde veya Divan-ı Hümayun toplantısında değillerse, Tersane yakınlarında bulunan Kasımpaşa’daki malikânede otururlardı. O dönem Kasımpaşa ve çevresinde ikamet edenlerin sayısı yaklaşık yüz bin kişiydi. Tersanede çalışanların sayısına gelince; yarısı esir forsalar, yarısı da Türk işçiler olmak üzere altmış bin kişi civarındaydı. Forsalar özellikle Avrupa’daki gibi boğaz tokluğuna çalıştırılmaz, diğer hür işçilerin aldığı mertebede maaş alırlardı. Maaşlarından tasarruf yaparak biriktirdikleri parayı ödeyerek hürriyetlerine kavuşanların sayısı hiç de azımsanacak sayıda değildi.
Kaptan-ı Derya aynı zamanda Haliç ve çevresinin güvenliğinden de sorumluydu. Hemen her gece otuz beşi kaptanlardan, üç yüzü “bahriye azabların”dan (deniz piyadeleri) oluşan bir ekiple nöbet tutarlar, sokakları dolaşarak asayişi sağlarlardı. Tekrar donanmaya dönecek olursak; Süveyş ile Hindistan arasında sürekli görev yapan donanmadan başka, her yılın ilkbaharında iki ayrı donanma İstanbul’dan törenle ayrılır; biri Karadeniz’e, diğeri Akdeniz’e çıkardı. Bu donanmaların standart görevi ayaklanmaları bastırmak, vergileri toplamak, korsanları sindirmek, kısacası imparatorluğa bağlı beyliklere, müttefiklere ve tabii ki düşmanlara Osmanlı’nın deniz gücünü göstermekti. Özellikle Girit seferinin başlangıç tarihi olan 1645 yılından itibaren hemen her yılın ilkbaharında Çanakkale Boğazı’nı ablukaya almak amacıyla gelen Venedik Donanması ile de çok mücadele edilmişti. Sistem olarak, Osmanlının deyimiyle Adalar Denizi, yani Ege Denizi’ndeki otuz ada “Denizlerin Egemeni” diye onurlandırılan Kaptan-ı Derya’ya bağışlanmıştı. Onun görevi, emrine verilen altı yüz civarındaki subay ve diğer askeri güçle adaları korumak ve Osmanlının haşmetini sürekli kılmaktı.
Zaten, Kaptan-ı Deryaların o dönem Saray gözündeki saygınlığı hemen hemen sadrazamın saygınlığına eşitti. Donanmanın sefere çıkışı da ayrı bir büyüleyici törendi…
Kaptan-ı Derya komutasında Haliç’ten çıkan donanma önce Beşiktaş önlerine demirlerdi. Bir iki gün sonraysa Yedikule’ye gidilir, orada askerler gemilere yerleştirilir, mühimmat ve azık temininden sonra Akdeniz’e doğru yola çıkılırdı. Beşiktaş’tan Yedikule’ye gidiş sırasında, Topkapı Sarayı önünden geçerken padişaha saygı adına birkaç pare top atışı yapılırdı. Osmanlı Donanması Boğaz’dan çıkarken, kırmızı yelkenli Kaptan Paşa Baştardası ortada bulunurdu. Diğer gemiler onun Kaptan-ı Derya komutasında Haliç’ten çıkan donanma önce Beşiktaş önlerine demirlerdi. Bir iki gün sonraysa Yedikule’ye gidilir, orada askerler gemilere yerleştirilir, mühimmat ve azık temininden sonra Akdeniz’e doğru yola çıkılırdı. Beşiktaş’tan Yedikule’ye gidiş sırasında, Topkapı Sarayı önünden geçerken padişaha saygı adına birkaç pare top atışı yapılırdı. Osmanlı Donanması Boğaz’dan çıkarken, kırmızı yelkenli Kaptan Paşa Baştardası ortada bulunurdu. Diğer gemiler onun etrafında harp nizamı alarak seyreder, bu gemilerin üç mil ilerisinden de kalyota veya kalite denilen küçük karakol gemileri gidip, gördüklerini donanmaya haber verirlerdi.
Bu gemilerin gerisinde “Büyük Karakol” adı verilen on kadırga ile Tersane Kethüdası seyrederdi. Büyük Karakol gemileri fener yakar, yaralanan veya fırtınadan yelkeni yırtılıp sereni kırılan gemileri yedeğe alırlardı. Donanmanın hareketinden yaklaşık bir saat sonra, Kaptan Paşa emrindeki iki bey gemisi hareket eder ve varsa yaralı asker ve döküntülerini toplardı. Kadırgaların kalyonlara karşı direkt hücum etmesi tehlikeli olduğundan, önce top ile kalyonun dümen ve direği kırılmaya çalışılır, sonra hücum edilirdi. Muharebe esnasında Derya Beyi’nin gemisi ileride, Kaptan Paşa gemisi ise geride dururdu. Kaptan Paşa gemisi baş taraftan iki, kıç taraftan üç gemiyle korunurdu.
Kaptan Paşa kendi baştardasından ayrılmazdı. Askeri cesaretlendirmeyi gerek gördüğünde, gemisindeki ağalarını onların gemilerine gönderirdi. Savaş sırasında özen gösterilen diğer bir konu da özellikle Hıristiyan esirlerden oluşan forsaların kontrol edilmeleriydi. Olası bir başkaldırı, düşmanla iş birliği vb. eylemlerin önüne geçmek için bunların arasına Türk kürekçiler de konurdu.
Bu sayıdaki yazımız da burada sona erdi. Umarım beğenmişsinizdir… Beşinci sayıda buluşuncaya kadar sağlıcakla kalın!
Kaynaklar
– Öztuna, Yılmaz, Türk Tarihinden Yapraklar, Devlet Kitapları 1969.
– Katip Çelebi, Tuhfet’ul Kibar Fi Esfari’l Bihar, Cilt.II, 1000 Temel Eser, Tercüman Yayınları, 1980.
– Mehmed Halife, Tarih-i Gılmani, 1000 Temel Eser Dizisi No.74, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1986.