M.SABRI GÖKHAN
Deniz ve denizciliğe gönül veren tüm dostlara üçüncü kez merhaba… Pandemi kâbusuna rağmen Dümen’in üçüncü sayısına geldik bile… Darısı daha nice sayılara.
Yazımın ilk bölümde ciddi bir hata yapmışım… Trablusgarb’ın 1911-1912 arasında İtalyanlar tarafından işgal edildiği dönemde, padişahın Sultan II. Abdülhamid olduğunu yazmışım. Doğrusu, Sultan V. Mehmed Reşad olacaktı… Düzeltir ve özür dilerim…
Neyse, biz gelelim yazımızın ikinci bölümüne… İlk bölümde de belirttiğim gibi, Garp Ocakları’nın en ünlü “Dayı”sı, Mezamorta Hüseyin Paşa’dır. Mezamorta lakabı, ilginç şekilde, İtalyancada “yarı, yarım” anlamına gelen “mezzo” ve “ölü, ölmüş” anlamındaki “morto” sözcüklerinden geliyor. Yaşamının ilk yılları hakkında pek fazla bilgi olmamakla beraber, “Garp Ocakları”na mensup genç bir denizciyken İspanyollarla yapılan bir savaşta aldığı ağır yaradan ötürü öldü sanılmış, sonrasında yaşama tutunmayı becerebildiğinden, kendisine layık görülen bu lakapla anılmaya başlanmış… Lakabı, farklı kaynaklar tarafından Mezomorto, Mezemorto, Mezemorta gibi çok çeşitli şekillerde günümüze aktarılmış.
Mezamorta Hüseyin Paşa, ağır yaralandığı savaş sonrası, tamı tamına on yedi yıllık esaretin ardından kurtulmayı başaracak, Osmanlı İmparatorluğu’nun şanlı ve şerefli Kaptan-ı Derya’larından biri mertebesine erişerek tarihe geçecekti…
Bilindiği üzere, 1645 yılında Sultan Deli İbrahim tarafından Girit’e karşı başlatılan savaş tam 24 yıl sürecek ve 1669 yılında, Sultan IV. Mehmed (Avcı) döneminin parlak sadrazamlarından Fazıl Ahmed Paşa’nın Kandiye’yi fethetmesi sonucunda zaferle sonuçlandırılacaktı…
Bu süre içerisinde, hatta sonrasında Venediklilerle defalarca deniz savaşları olacaktı… Hemen her yıl bahar aylarında Çanakkale Boğaz girişine gelen Venedik Donanması ile boğuşmak zorunda kalıyordu Osmanlı Donanması…
15 Eylül 1656 – 31 Ekim 1661 tarihleri arasında sadrazamlık yapan Köprülü Mehmed Paşa dönemine kadar, ilki 16 Mayıs 1654, ikincisi 21 Haziran 1655, üçüncüsü ise 23 Haziran 1656 tarihlerinde olmak üzere üç defa üst üste Çanakkale Deniz Muharebesi yapılacak ve maalesef her üçünde de hüsran yaşanacaktı. Venediklilerin bu Boğaz ablukalarının ana amacı, Osmanlı’nın devam eden savaş nedeniyle Girit’e yiyecek, mühimmat ve asker takviyesi yapmasını engellemekti… Deniz koşulları ancak mayıs-haziran aylarında başlıyor, eylül-ekim gibiyse deniz elverişsiz hâle geliyordu… O nedenle hemen her yılın bahar başları didişiyordu bu iki donanma.
Girit’e ulaşımın engellenmesi dışında, ablukaların bir diğer olumsuz yanı da İstanbul’a, yani Payitaht’a da ihtiyaç duyulan yiyecek, giyecek ve sair ihtiyaç mallarının ulaşamamasıydı. Ekonomik açıdan zaten zor koşullardaki halk bu ablukalardan iyice zarar görüyor, şehirdeki isyanlar da birbiri ardına sıralanıyordu.
Meraklısına not: Şu aralar yazmakta olduğum kitapta bu ve benzeri konulara değiniyorum. Okuyacakların müthiş keyif alacağını sanıyorum.
Biz devam edelim…
Köprülü Mehmed Paşa ile başlayan, oğlu Fazıl Ahmed Paşa ile devam eden ve damadı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile sona eren 1656 ila 1683 yılları arasındaki Köprülüler Dönemi’nde, Venediklilere karşı deniz savaşlarında bir ölçüde başarı sağlanmış, ancak iki devlet arasındaki çatışmalar durmamıştır. Konuya devam etmeden önce, 17. yüzyıl Osmanlı Donanmasının genel durumuyla ilgili bazı bilgiler vermek istiyorum… 17. yüzyıl boyunca deniz savaşlarındaki başarısızlığın birincil nedeni, savaşların kadırga ve benzeri kürekli gemilerle yapılması yönündeki ısrarıdır. Bu düşünce, aynı zamanda gemi tip ve tasarımlarında da herhangi bir yeniliğin, gelişmenin sağlanmasını engellemiştir. Tecrübeli denizciler ısrarla yelkenli gemilere karşı çıksa da, savaşa çağrılan Garp Ocakları denizcileri, çarpışmalarda hemen her daim kalyonları tercih edeceklerdi. Osmanlılar, Girit Seferi’nin başlangıcına kadar gerek donanma kalitelerini gerekse denizcilerinin zaaflarını bilmiyorlardı… Yapılan savaşlar, o dönem Girit Adası’na sahip olan Venediklilerin, Osmanlılardan bariz üstün olduğunu gösterecekti. Garp Ocakları’nın yardımları, belki de o dönem deniz savaşlarının daha elim sonuçlar doğurmasına engel olacaktı.
1648 yılında, Venedik üstünlüğünün savaşta kullanılan kalyonlara dayandığını gören Sadrazam Sofu Mehmed Paşa, kalyona karşı kalyonla savaşmak gereğine inanacak ve derhâl kalyon üretimine geçilecekti. Böylelikle Osmanlı Donanmasında kalyon başrole geçecekti. Ancak kısa sürede başarı sağlamak da çok zordu; çünkü kalyonları sevk ve idare edecek personel yoktu. Kalyonla savaş deneyimi, ilk kez, 1655 yılında Kaptan-ı Deryalığa getirilen Sarı Kenan Paşa’nın1656 yılındaki Akdeniz’e çıkma sevdasında yaşanacaktı. Donanmada 30 kalyon, 10 mavna ve kadırgalar vardı. Önde kalyonlar, arkalarında mavnalar, en geride de kadırgalar bulunuyordu. Çanakkale Boğazı’nda karşı karşıya gelinen Venedikliler, çok büyük bir zarar verdikleri Osmanlı Donanmasını perişan etmişti. Sarı Kenan azledilmesine azledilmişti lakin bu bozgun kalyon aleyhtarları için bulunmaz fırsat olacaktı. Kalyon inşası her şeye rağmen Fazıl Ahmed, hatta Merzifonlu Kara Mustafa Paşa döneminde de devam edecekti. Artık kalyon ve diğer yelkenli gemi inşasına karar verilecek; kadırga ve çektiri tipi kürekli gemiler tedrici olarak donanma listesinden çıkarılacaktı.
İşte tam da bu sıkıntılı dönemde çok önemli askeri başarılara imza atacaktı Mezamorta Hüseyin Paşa. 17. yüzyılın sonunda Mezamorta Hüseyin Paşa idaresinde usta gemiciler yetiştirilecek, yıllarca başımıza bela olan Venediklilere de örneğin Sakız Adası’nın geri alınması gibi dersler verilecek, Akdeniz’de üstünlük sağlanacaktı. Mezamorta Hüseyin Paşa ilki 1688- 1689, ikincisi 1696-1701 yılları arasında olmak üzere iki kez Kaptan-ı Derya’lık görevinde bulunacaktı. Ülkede yaklaşık eli yıl süren karmaşa ve kaos dönemi Köprülülerle beraber kısmen sükûn bulsa da, hareketlilik bu dönemin hemen sonrasında yeninden başlayacaktı. Mezamorta Paşa da sıkça değişen padişah ve sadrazamlardan payını alacaktı. Onun döneminde, II. Süleyman (1687-1691), II. Ahmet (1691- 1695) ve II. Mustafa (1695- 1703) gibi üç padişah tahta geçerken, Abaza Siyavuş Paşa (1687-1688), Nişancı İsmail Paşa (23 Şubat 1688 – 2 Mayıs 1688), Tekirdağlı Bekri Mustafa Paşa (1688-1689), Köprülü Fazıl Mustafa Paşa (1689-1691), Bahadırzade Arabacı Ali Paşa (1691- 1692) gibi beş de değişik sadrazam görev yapacaktı.
Tüm bu olup bitenlere rağmen, aldığı hemen her görevi başarıyla yerine getiren Mezamorta Hüseyin Paşa’nın verdiği mücadelelere ait ayrıntıları bilmek isteyenler, yazının sonunda verdiğim kaynakçalara bakabilirler. Ben kendisinin kayda değer ve çok önemli iki uygulamasından söz etmek istiyorum.
Önce birincisi…
1674 yılından itibaren korsan olarak tanınan Mezamorta Hüseyin Ağa, artık Cezayir’in önemli ve şöhretli şahsiyetlerinden biridir…
1683 yılında, Amiral Duquesne komutasındaki Fransız Donanması Cezayir’e saldıracak, dönemin Cezayir Dayısı Hasan Baba saldırıya boyun eğecek, Fransız amiralin istediği tazminatı ödemeyi kabul edecekti. Lakin hazinede para olmadığı için, bu parayı halktan toplamayı, ödemeyi yapana kadar da bizim Mezemorta’yı rehine olarak teslim etmeyi önermişti. Amiral Duquesne öneriyi kabul etti. Dayı Hasan Baba’nın etekleri zil çalıyordu.
Hem parayı toplamak için zaman kazanmış hem de kendisine rakip olarak gördüğü Mezamorta Hüseyin Ağa belasından(!) kurtulmuştu. Hem zaten sırtını oranın barışsever halkıyla İstanbul’dan gelen yeniçerilere dayamıştı, kendini güvende sanıyordu. Lakin evdeki hesap çarşıya uymayacak, taahhüt ettiği parayı toplayamayacaktı. Durumun farkına varan Mezamorta Hüseyin Ağa, kendisinin karaya çıkarılması hâlinde parayı toplayabileceğine bir şekilde ikna edecekti Fransız amirali. Limana varır varmaz ilk iş olarak savaş taraftarı ağalarla iş birliği yapacak, Dayı Hasan Baba’yı öldürtecek ve yönetimi ele alacaktı. Bir sonraki aşamaysa limanda demirli Fransız Donanmasına saldırmak ve onları Cezayir’den kovmak olacaktı.
Yöntemi ise inanılmazdı…
Durumu anlayan Fransızlar, şehri bombalamaya başlamıştı. Bunun üzerine Mezamorta, birkaç Hristiyan’ı kalenin toplarına bağlatıp Amiral Duquesne’e haber saldı. Orayı derhâl terk etmezlerse, şehirdeki tüm Hıristiyanları toplara bağlayarak imha edeceğini söyledi. Yöntem işe yaramış, Fransızlar geri adım atmak zorunda kalmıştı. İstanbul’a geldiği 1684 yılına kadar Cezayir Dayısı ve Beylerbeyi olarak görev yapan Dayı Mezamorta Hüseyin Ağa, bu süreyi bir yandan kişisel ticari faaliyetlerini korumak amacıyla Fransız korsanlarıyla mücadele ederek, diğer yandan Cezayir’de çıkan irili ufaklı isyanları bastırarak geçirecekti.
İkinci önemli icraatına gelince…
Mezamorta Hüseyin Paşa’nın denizlerde gösterdiği başarılar kadar büyük, hatta belki daha da önemli hizmeti, Bahriye için düzenlemiş olduğu “Bahriye Kanunnamesi”dir. Yılların deneyimli denizcisinin Ege’de hem korsanlara hem de Venedik’e karşı verdiği mücadele sonucunda farkına vardığı en önemli eksikliklerinden biri, böyle bir düzenlemenin o güne kadar yapılmamış olmasıydı. Yıllardır süre gelen deniz savaşlarının hazineye maliyetinden gemi tip ve sayılarına, deniz personelinin sayısal büyüklüğüyle niteliklerine kadar hiçbir şeyin doğru dürüst kaydı olmadığı gibi, donanmanın ne şekilde sevk ve idare edileceğine dair de herhangi bir kayıt, nizamname veya benzeri bir uygulama mevcut değildi. Ölümünden kısa bir süre önce tamamladığı “Bahriye Kanunnamesi”nin ilanını ve uygulamaya alınmasını göremeyecekti. Kanunname 1701 yılında Abdüllatif Paşa tarafından ilan edilecek ve 1792 yılına kadar yürürlükte kalacaktı.
Gerçekten de bu kanunname Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemi öncesi bahriyeyi günün şartlarına uygun hâle getirmek ve yeniden yapılandırmak adına yapılan ilk ve büyük girişimdir.
Sözünü ettiğim kanunnamenin en dikkat çekici hükümleriyse şöyleydi:
• Osmanlı Donanmasında 10 olan kalyon sayısının ilk etapta 20’ye, sonraki aşamada 40’a çıkarılması,
• Deniz işlerine denizcilikten yetişmiş deneyimli insanların getirilme şartı,
• Tayin ve terfide liyakat ile silsile-i meratib’ten (rütbe silsilesi) vazgeçilmemesi, Kaptan-ı Deryalık makamına gelebilmek içinse Kapudane-i Hümayun kumandanlığından gelinmesi şartı,
• Osmanlı bahriye yönetiminin bir devlet politikası hâline getirilmesi.
Kanunnameye yıllar içinde bazı ilaveler de yapılacaktı…
1706 yılında yapılan ilk düzenlemede kalyon onarımı, onarımda çalışacakların nitelikleri, mühimmat sevkiyatları, asker yoklamaları, yelkenlerin temin usulleri ortaya konacaktı. 1707’nin ocak ayında yapılan bir başka düzenlemede de, önceki yıl tanımlanan malzeme ve mühimmat işleriyle ilgili planlamaları yapacak kişi ve görevleri belirlenecek, ayrıca Liman Reisliği adı altında yeni bir devlet dairesi açılacaktı. 1714’te ise 1701 Kanunnamesine yeni bir düzenleme eklenerek kalyonlarda ve tersanelerde görev yapanlara yönelik tasarruf önlemleri açıklanacak ve bu tedbirler çerçevesinde görevlilere ne olacağı belirtilecekti.
Tahmin edersiniz ki, “tasarruf önlemleri” günümüzde olduğu gibi o dönemde de hoş karşılanmayacak, merkezi kontrolü sağlamak adına 1718 Fermanı devreye girecekti. Bilahare, 1730 yılında, biraz gevşetilmesine karşın iyice kötüye kullanılan önlemleri hatırlatacak bir düzenleme daha yapılacaktı. Son düzenleme 1762 yılında yapılacak ve başta mühimmat olmak üzere teslim edilen tüm malzemelerin sayılarak görevlilere zimmetlenmesi yoluna başvurulacaktı.
Mezamorta Hüseyin Paşa’nın 20 Ağustos 1701 günü Pare adasında vefat ettiği ve cenazesinin Sakız Adası’na defnedildiği belirtilmektedir…
Umarım beğenmişsinizdir. Bir sonraki sayıda, başka bir konuyla buluşmak dileğiyle.
KAYNAKÇA
• UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı,Osmanlı Tarihi, II. Cilt, 2.Kısım, TTK Yayınları, 1954.
• BOSTAN, İdris,İstanbul’un 100 Denizcisi, İBB Kültür Yayınları AŞ. 2014. s.162-165
• TDV İslam Ansiklopedisi (S.524-526 arası)
• DÜZÜCÜ, Levent, Osmanlı Bahriye Teşkilatında Reform Çabaları, Gazi Akademik Bakış, Cilt 3, Sayı 5, Kış 2009, s.1-20.
* Mezamorta Hüseyin Paşa, İspanyollarla yapılan bir savaşta çok ağır bir şekilde yaralanmasına rağmen iyileşip geri dönmesinden dolayı İtalyanca Mezzomorto (yarı ölü) ifadesinden bozma Mezamorta lakabını almış; Mezemorta, Mezomorto ya da Mezamorto Hüseyin Paşa olarak da anılmıştır.