M.SABRI GÖKHAN
Denize ve denizciliğe gönül veren tüm dostlara bir kez daha merhaba.
Bir merhaba da, çıkar çıkmaz müthiş başarı sağlayan “Dümen” dergisi emekçilerine… İlk sayıda kaleme aldığım “Destansı Bir Başarısızlık ÖyküsüHindistan’dan Payitaht’a” başlıklı yazım, –anlaşılan– dergi yönetimince beğenilmiş ki (umarım okuyanlar da aynı düşüncededir), bu sayıda da bir yazı istenince büyük gurur ve mutluluk duyduğumu belirtmek isterim… Yazımızın konusu, –sanırım– pek de bilinmeyen; oysa Osmanlı Denizciliği’nde önemli bir makam olan “Dayı”lığın ve önemli Dayılardan (sonraları Kaptan-ı Deryalık yapacak olan) Mezamorta Hüseyin Paşa’nın öyküsünü içeriyor…
Önce, Dayı’lık neyin nesidir, onu anlatmaya çalışalım…
Efendim, XVI. yüzyılda Osmanlı idaresi altına giren ve daha çok denizcilikle uğraşan Tunus, Trablusgarp (günümüz Libya’sı) ve Cezayir gibi ülkelerde korsanlık yaparak ün sağlamış bazı deniciler, bu eyaletlerde yönetimi ele geçirdiklerinde “Dayı” unvanı ile anılırlardı. O dönem “Garp Ocakları” olarak adlandırılan bu eyaletlerin yönetim biçimi, diğer eyaletlerden farklı idi ve Dayılar yönetimi altında Akdeniz’in siyasi ve ticari hayatında önemli rol oynayacaklardı. Osmanlılar o dönemde, bu eyaletlerin her birine merkezden bir Beylerbeyi tayin eder; ancak yönetim işleri çoğunlukla “Divan” adı verilen “Eyalet Meclisi” tarafından yapılırdı. İşte bu meclisin kendi üyeleri arasından seçtiği başkana “Dayı” denirdi.
Divan üyeleri arasında, eyaletlerin güvenliğini sağlamakla yükümlü yeniçeri ağası, bütün subaylar ve tüm denizcilerin reisleri de bulunurdu. Özellikle XVII. yüzyıl başlarından itibaren yeniçerilerin sayısı artmaya başlamış; bunlar da işi sudan nedenlerle isyanlar çıkarmaya, halka zulmetmeye, hatta cinayetlere kadar vardırmışlardı.
İsterseniz, hazır sözünü etmişken çok kısaca Yeniçeri Ocağı’ndan da bahsedelim…
1324 yılında I. Murat Han tarafından kurulan Yeniçeri Ocağı, 1658 yılından (XVII. yüzyıl) itibaren tüm önemini kaybedecek, ayaklanmaların olduğu bir yuva haline gelecekti. Yeniçeriler, istemedikleri padişahı, veziri indiriyor; hatta bununla yetinmeyip dilediklerini öldürüyorlardı. Yeniçerilerin başına buyruk hareketleri halkı rahatsız etmeye başlamıştı. Tam o dönemde yeniçerilerin yeni hedefi ilmiye sınıfı olunca iş çığırından çıkacak; halk, ilmiye sınıfı ile ortaklaşa yeniçerilere karşı cephe almaya başlayacaktı. Merkezde iyice azıtan yeniçeriler; II. Selim’i öldürecek; ancak Sultan II. Mahmut’un tahta geçmesine engel olamayacaklardı. Önce “Eşkinci Sınıfı” asker örgütünü kuran Sultan II. Mahmut, tam 18 yıl sabır gösterdikten sonra, 18 Haziran 1826 tarihinde Yeniçeri Ocağı’nı lağvedecekti. Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay) olarak tarihe geçen bu eylemde bazı kayıtlara göre 40 bin, diğer bazı kayıtlara göre ise yaklaşık 70 bin yeniçerinin kafası vurulacaktı.
Her ne ise, biz konumuza dönelim ve önce Tunus’tan söze başlayalım. İşte tam da o dönemde, yani XVI. yüzyılda, Garp Ocakları bölgesindeki Eyalet Meclisi üyesi yeniçeriler, Anadolu’nun ve bazı Ege adalarının kabadayılarını bulundukları yerlere davet edip, sözünü ettiğim ocaklara katılmalarına öncülük edeceklerdi. Bununla da yetinmeyip; Batı Anadolu sahillerinden isteyenleri kendi bayrakları altına almaktan geri durmayacaklardı. Sonuçta, yeniçeriler arasından da “Dayı” adı altında güç ve nüfuz sahibi kişiler oluşacaktı.
Eyalet Divanı’ndaki yeniçeriler ile subaylar arasında başlayan güç savaşları Tunus’ta ihtilal çıkmasına neden olacak; iş, yeniçerilerin 20 Ekim 1591 günü, toplantı halindeki divanı basmalarına ve seksen kadar bölükbaşını öldürmelerine kadar varacaktı. Engeller ortadan kalkacak, artık yeniçerilerin seçtiği kişi “Dayı” olacaktı. İşin daha vahim kısmı, merkezden gönderilen/tayin edilen Tunus valilerinin hiçbir hükmü kalmayacak; “Dayılar Devri” başlamış olacaktı. O dönem ve zorlu iç ve dış sorunlarla boğuşmakta olan Osmanlı yönetimi ise bu oldubitti karşısında sesini çıkaramayacak ve durumu kabullenecekti. Hatta çoğu kez, artık o bölgelere merkezden vali gönderilmeyecek; mevcut Dayı’ya Beylerbeyi payesi bile verilecekti.
Ancak bu durum da uzun soluklu olmayacaktı. Emir-ül Evtan (Vatan Beyi) denilen sancak beyleri, Tunus Beylerbeyiliği unvanını da üzerlerine alarak, kendilerini “Paşa Bey” ilan edecek; uzunca bir süre sonunda Beylerbeyi, Dayı ve Vatan Beylerinin çatışmaları sona erecek ve Tunus, Vatan Beylerinin hakimiyeti atına girecekti. XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de “Dayı”lık ikinci dereceye düşecekti. 1705 yılında ise, Vatan Beyi Hüseyin Bey, Dayılık unvanını tamamen ortadan kaldırıp; “Beyler Devri”ni başlatacak, böylece Tunus’ta “Dayılar Devri” tarihe karışacaktı.
Gelelim Trablusgarp Dayılığı”na… 1603 yılından itibaren, yeniçerilerin yoğun baskıları sonucu bu eyalette de Dayılar hâkimiyeti başlayacaktı. Ancak, Karaman soyundan gelen bir sülale yönetimi ele geçirince, Dayılık 48 yıl sonra bitecek, 1711’de Beyler Devri başlayacaktı. 1835’te ise Sultan II. Mahmut, baştaki Karamanlı ailenin saltanatına son vererek Trablusgarp’ı doğrudan merkeze, payitahta bağlayacaktı. Meraklısına not: Trablusgarp 1912 yılındaki (Sultan II. Abdülhamit dönemi) İtalyan işgaline kadar Osmanlı topraklarında kalmıştır.
Cezayir’e gelirsek… Payitahta görece en uzak eyalet olduğundan en itaatsiz, en söz dinlemez eyalet bu eyaletti. Dayılık burada bir ihtilal sonucu meydana gelecekti. Nasıl mı? Anlatmaya çalışayım… Önceleri burada, yönetici olarak merkezden atanan Beylerbeyi bulunuyordu. Hâkim tabakayı oluşturanlar ise diğer örneklerde olduğu gibi Yeniçeri Ocağı ile ocağa yeniçeri temin eden Kuloğlu askeri sınıfı ve Denizciler sınıfıydı. Bu karmaşa, haliyle, biri Eyalet Beylerbeyi’ne bağlı “Eyalet”, diğeri ise Yeniçeri Ağası’na bağlı “Ağa” divanları tarafından yönetilme durumunu ortaya çıkaracaktı. Geniş yetkilerle donatılan bu divanlardan Yeniçeri Ağa Divanı, 1618 yılından itibaren güçlenerek öne çıkacaktı. Valilerin nüfuzu iyice azalacaktı. Ağaların keyfi yönetimlerinden bunalan denizciler ise, 1671 yılında kendi bünyelerindeki reislerden birini “Dayı”unvanıyla ağaların yerine tahta geçirecekti. O aralar güçlü olan denizciler sınıfı, divan seçimlerinde dilediğini “Dayı” olarak seçebiliyordu. Ancak aynı dönemde Akdeniz’deki diğer korsanların Cezayir’i abluka altına almaları Denizci sınıfının façasını bozacak; buna mukabil yeniçerilerin yeniden kendilerini toparlamasına neden olacaktı. İş gene başa dönecek ve 1689’dan itibaren “Dayı”ları tekrar yeniçeri ağaları seçmeye başlayacaktı. İşler yine de sağlıklı yürümeyecekti; eğer baştaki “Dayı” ölmeden veya istifa etmeden önce yerine kimin geçeceğini belirlememişse büyük çıngar çıkacak ve bu durum kanlı taht kavgalarına neden olacaktı. Dayılık Cezayir’de, Tunus ve Trablusgarp’a oranla daha uzun soluklu olacak; Fransa’nın 1830 yılındaki işgaline kadar sürecekti. Düşünün, 1671-1830 yılları arasında Cezayir’de işbaşına gelen otuz Dayı’nın on altısı öldürülecekti. Dayılıkla ilgili son birkaç söz daha edip; bu yazımızın diğer kahramanı Mezemorta Hüseyin Paşa’ya geçelim…
Dayı olabilmek için hiçbir şekilde liyakat, ehliyet, eğitim gibi özellikler aranmazdı. Bu bağlamda en niteliksiz, en cahil, en sıradan biri bu makama göz dikebilirdi. Ancak uygulamada, askerlikten gelmiş olmak bir avantaj olarak görülebilirdi.
Görünüşte, herhangi bir karar alırken konuyu divanda görüşmek zorundaydılar; ancak bu sadece görünüşte böyleydi. Zira Dayılar sözüm ona divanın kontrolü altında ve sınırlı yetkileri varmış gibi görünse de, Dayı’nın mutlak hâkimiyeti söz konusuydu. Divan üyelerini ve bakanları o seçer, adaleti (hukuku) o düzenler, yabancı ülkelerle müzakereleri o yapardı.
Gelir kaynaklarına gelince; devletten aldıkları dolgun maaş dışında, beylerden ve üst düzey memurlardan makam/yönetim hakkı adı altında pay; korsanların elde ettiği ganimetlerden ise yüklüce haraç (!) tahsil ederlerdi. Göreve yeni atanan yabancı konsoloslardan ve bir barış anlaşması imzalanması ya da yenilenmesi halinde de ilgili devlet başkanlarından yükte ve pahada ağır armağanlar almayı da ihmal etmezlerdi. Devlet hazinesinden bağımsız, kendilerine ait özel bir hazineye (bir tür örtülü ödenek) sahip olan Dayıların bir başka gelir kaynağı da, Yahudi asıllı tüccarlarla iş ortaklıkları kurarak paralarına para katmalarıydı. Ancak özel yaşamları sıkı bir denetim altındaydı. Dayı seçildikten sonra ailelerinden ayrılmak ve Cenine Sarayı’nda, çavuşların gözetimi altında yaşamak zorundaydılar. Saraya herhangi bir kadının adım dahi atması yasaktı. Dayı, perşembe günleri öğleden sonra evine gidebilir; o geceyi ailesi ile geçirebilirdi. Cuma günü muhafızlar tarafından evinden alınarak cuma namazına, oradan da saraya götürülürdü.
İşin en trajikomik tarafı, Dayı’nın ölmesi halinde, tüm edinimlerine (mal, mülk, para, ganimet, altın, mücevher vb) el konulmasıydı. Bu curcunada aile fertleri canlarını kurtarabilirse kendilerini fazlasıyla mutlu sayarlardı. Aslına bakarsanız, Cezayir Eyaleti’nin gelirleri, özellikle yeniçerilerin israfından ötürü, yeterli olmuyordu. Bu nedenle Dayılar –özellikle– Yahudilerden dış borç almaya başlayacaklardı. Öyle ki, borç veren Yahudiler, Dayıların önce bankerleri, sonraları siyasi aracıları (danışmanları), sonunda da müşavirleri haline geleceklerdi.
Kötü ekonomi yönetimi Cezayir’in başına öylesine çoraplar örecekti ki, batılı devletler, verdikleri borçları tahsil edebilmek için, Cezayir’deki müşavir(!) Yahudilerden konsolosları aracılığıyla işbirliği (bir tür kapitülasyon) talep edeceklerdi. Yahudiler, kısa zamanda hemen hemen tüm Avrupa ile Cezayir adına aracılık rolünü üstlenecek, hatta savaş çıkaracak hale geleceklerdi. Yahudi nüfuzu XVIII. yüzyıl sonlarında zirve yapacak; Cezayir’in çöküşünü hızlandıracaktı. Son Cezayir Dayısı Hüseyin Paşa, bir alacak verecek yüzünden Fransa Konsolosu’nu tokatlayınca, işler büsbütün trajik hale gelecek ve olaylar Fransa’nın Cezayir’i işgal etmesine (1830) kadar varacaktı.
Ya, gördünüz mü, “Dayı”lık öyle her babayiğidin harcı değilmiş meğerse.
Bir küçük dip not; yer darlığından, yazının tamamını –maalesef– veremedik. Yazının devamını bir sonraki sayımızda okuyabilirsiniz. Üçüncü sayıda buluşmak dileğimle, herkese gönül dolusu sevgiler.
Mezamorta Hüseyin Paşa, Venediklilerle yapılan bir savaşta çok ağır bir şekilde yaralanmasına rağmen iyileşip geri dönmesinden dolayı İtalyanca Mezzomorto (yarı ölü) ifadesinden bozma Mezamorta lakabını almış; Mezemorta, Mezomorto ya da Mezamorto Hüseyin Paşa olarak da anılmıştır.Bir küçük dip not; yer darlığından, yazının tamamını –maalesef– veremedik. Yazının devamını bir sonraki sayımızda okuyabilirsiniz. Üçüncü sayıda buluşmak dileğimle, herkese gönül dolusu sevgiler.