CEM BULUTLU
Şimdilerde sık sık dile getirilen yabancı bir kelime var: network. Türkçe karşılığının “ağ” olduğunu herkes biliyor ama öyle kullanmıyor.
Moda, “Network” çünkü.
Yanlış anlamayın, bunu küçümseyerek dile getirmiyorum. Tam tersine, çok önemsiyorum.
Anlatacağım üç olay, “network”ün gerçekten de ne kadar önemli ve neden son dönemde dillerden düşmeyen bir kelime olduğunu tüm açıklığıyla ortaya koyan örnekler.
“Network.” Evet, network gerçekten de çok önemli. İş hayatında insan, mekân, durum vs. ayırt etmeden network’ünüzü geliştirmeniz gerekiyor.
Karşınızdaki kişinin kim olduğuna, nasıl bir ortamda karşılaştığınıza hiç bakmamanızı öneririm ben. Çünkü o bilindik tabirle, “nereden ne geleceği” hiç belli olmuyor gerçekten de. Ben bu network meselesinin ne kadar önemli olduğunu ilk olarak yaklaşık yedi yıl önce idrak ettim. O dönemler Berg Propulsion’da çalışıyordum. Her şey iyi gidiyordu. Bir gün geldi, Caterpiller firmayı satın aldı. Bu tür satın almalar sırasında verilen sözler genellikle yerine getirilmez. Benim durumum da çok farklı değildi. Bazı sözler almıştım ama hiçbiri yerine getirilmemişti. Kızdım, işten ayrıldım.
İş bulmadan işten ayrılmak pek tercih edilen bir şey değildir ama dayanamamıştım işte (İyi ki de öyle yapmışım). Öylece işsiz kalmıştım. O sırada eşim iş için sık sık İspanya’ya gidip geliyordu. Bir süre kafa dağıtırım düşüncesiyle ben de onunla gitmiştim.
İspanya’dayken telefonum çaldı. Arayan İsveç’tendi. Daha önce iş ilişkilerim dolayısıyla tanıdığım bir firmadan, onlar için çalışma teklifi geldi durup dururken. Hayır, durup dururken değil. “Network” işte bu. O ağ, siz fak etseniz de etmeseniz de öylece orada durur. Yine farkında olarak ya da olmayarak bir zamanlar örmüşsünüzdür. Ama öyle ya da böyle bir çaba vardır o ağın bağlarını bir arada tutan. Bir gün telefonunuz çalar ve siz o telefonun durup dururken çaldığını, şansın yüzünüze güldüğünü düşünürsünüz. Oysa öyle değildir. Neyse, telefonun karşısındaki kişi İsveç’e yerleşip yerleşmeyeceğimi soruyordu. Olabilirdi elbette. Neden olmasındı.
Kalktım, İsveç’e gittim ve firmayla görüşmeler yaptım. Fakat koşullarda anlaşamadık. Ama ben zamanında o ağı nasıl örmüşsem artık!.. Firma benimle çalışma konusunda ısrarını sürdürdü. Bu sefer teklif farklıydı. Kendileri adına Türkiye’de bir ofis açmamı önerdiler. Hemen fizibilite yaptım, bir proje hazırladım ve firmaya sundum. Vee…
Yine olmamıştı! Bu kez de maliyetler çok yüksek gelmişti firmaya.
Ama mesele burada kapanmadı. Bir baktım, yeni bir teklif geliyor: “Türkiye’de kendi şirketini kur, bizim ürünlerimizin tüm Avrupa satışlarını sen yürüt.” İskandinav ülkeleri hariç tüm Avrupa’daki satışları benim yapacağım, seyahat ve pazarlama giderlerini onların karşılayacağı şekilde anlaştık. İyi bir anlaşmaydı. Hızla şirketi kurdum; ofis tutmaya, isim düşünmeye bile fırsatım olmadı. İş adresi olarak evimi gösterdim. İş çok yoğundu. Yılın iki yüz günü Avrupa’da yollarda, pazarlama çalışmalarıyla geçiyordu. Tabii evimden, ailemden uzaktım. İş haricine aileme ayırabildiğim çok az zamanım oluyordu. Bir cumartesi günü, bu “network” bir kez daha telefonumu çaldırdı!
Akşam saatleriydi. Açtım telefonu. Beklenmedik biriydi karşımdaki. “Cem, beni hatırlıyor musun, ben Christian? Berg Propulsion’da çalışırken bana pervane satmıştın.” Hatırladım tabii. Hatırladım hatırlamasına da öyle çok samimi olduğumuz, sık sık görüştüğümüz biri değildi.
Devam etti Christian.
“Yarın İstanbul’a geliyorum, beni havalimanından alır mısın?”
“Tamam” dedim ama eşim bu işe çok sinirlendi. Zaten doğru düzgün görüşemiyorduk, bir de pazar gününü bu karşılamaya ayırmama kızmıştı doğal olarak. Ama ben bu görüşmenin öylesine olmadığını tahmin etmiştim. Muhtemelen işle ilgili bir konu konuşacaktık.
Ertesi gün havaalanından aldım Christian’ı. Ve asıl konu açıldı. Christian, Türkiye’de dört gemi yaptırmak istiyor, ama Cemre Tersanesi’nde mi yoksa Beşiktaş Tersanesi’nde mi yaptıracağına karar veremiyordu. İzlanda’da altmış dört tane balıkçı gemisi olan, büyük bir firmayı temsil ediyordu. İyi ama bunun benimle ne ilgisi vardı? Onu da konuşmanın devamında anladım.
“Karar veremiyorum, bana yardımcı olur musun? Benim burada gözüm kulağım olmanı istiyorum.”
Ben o teklifi kabul ettim ve gözetim hizmetleri konusundaki faaliyetlerim de böylece başladı. O gün havalimanına gitmeseydim, müsait değilim deseydim o yol bana belki de hiç açılmayacaktı. Bunlar, benim geçmişteki çabalarım sonucunda bir şekilde kurduğum “network”ün parçalarıydı. Bazı durumlar da var ki, başta da belirttiğim gibi biraz şansın, biraz “o an”ı es geçmemenin sonucu olarak karşınıza çıkıveriyor.
Elektrik işine girişim de böyle bir olay sonucunda oldu.
Pervane kontrol ve izleme sistemleri üreten Alman Noris firmasının distribütörlüğünü yapıyordum. Hollanda’da Europort fuarında, sigara içmek için dışarı çıktım. Ama baktım çakmağım yok. Hemen yanımda duran birinden çakmak istedim. Meğer adam Noris’in sahibiymiş.
Şans işte!
Sohbete başladık. O sohbet, firmanın temsilciliğini yapmam yönündeki teklife kadar gitti. Pervane sistemleriyle birlikte otomasyon sistemlerinin temsilciliğini de yapmamı istiyorlardı. Öyle olur, böyle olur derken, teklifi kabul ettim. Kabul ettim ama firmanın üretimi Almanya’da olduğu için ürünler buradaki hedef kitleye çok pahalı geliyordu. Bir türlü satış yapamıyorduk. En sonunda boşa kürek çekmeyelim deyip durumu anlattım firmaya. “İsterseniz başka temsilci bulun” dedim. Bu sefer de başka bir teklif geldi.
“Sen ürünleri Türkiye’de üret, ben seni destekleyeceğim. İş de yönlendireceğim” Hemen atölyeyi tuttuk, üretime başladık. Artık pervane kontrol ve otomasyon sistemleri üretiyorduk. Elektrik işine de böylece girmiş oldum.
Uzun lafın kısası, bu “network”ü yabana atmayın derim ben.
Yine de siz bilirsiniz!