Bazı meslekler vardır; babadan oğlu geçer, aile geleneğine dönüşür. Birbiri ardına gelen kuşaklar aynı tekneden ekmek yer ve geleneği gelecek nesillere aktarır. Denizcilik de öyle mesleklerdendir, bir aile mesleğidir adeta. Bugün sektörde isimleri halen bilinen birçok aile, en az üç dört kuşaklık deneyimi taşır beraberinde. Daha çok tersaneciler ve armatörler ön plandadır bu konuda. Ama yalnızca onlar değildir bayrak yarışını sürdürenler. Sektörün farklı farklı alanlarında, mesleğini aynı anda icra eden babaoğullara, dede-torunlara rastlanır. Ve kuşakları birleştiren bu işlerde tarihin, teknolojik gelişmelerin, mesleğin izleri sürülür.
Yıl 1965. Askerliğini yeni bitirmiş genç bir delikanlı, içinde vatani görevini tamamlamış olmanın ferahlığı, sırtında hayat gailesinin ağırlığıyla sokakları arşınlıyor. Adı Cemal. Amacı bir an önce bir iş bulup, babadan dededen gördüğü o bildik koşturmacaya atılmak. Çünkü kurduğu hayaller buna bağlı. Öyle büyük büyük hayalleri de yok aslında; evlenip bir aile kurmak, çoluk çocuğa karışıp mutlu bir hayat sürmek… O kadar. Önündeki engellerden ilkini, yeşilleri üstünden atıp terhis belgesini eline aldığında atlamış çoktan. Şimdi sıra ikincisinde; yani iş bulmakta.
Peki ama ne yapacak? Ne olursa! Ne bulursa! Parası iyi olsun da…
Gerisi kolay.
Cemal iş bulalı altı yıl olmuş. Gayet de iyi mesleğinde, hakkını veriyor elini attığı işin. Boyacılık yapıyor. Öyle basit işler değil ama… Duvar falan boyamıyor Cemal. Motor boyuyor. Sanayide çalışıyor yani. Parası da fena değil. Yuvarlanıp gidiyor işte…
Altı yıl önce belirsiz bir gelecekle cebelleşerek iş arayan Cemal, şimdilerde bir yol ayrımında. Motor boyamaktan gemi boyamaya geçiş yapma derdinde. Koca koca gemilerde fırça sallayacak artık İstinye Tersanesi’nde.
Umutla, keyifle, dört elle sarılıyor yeni işine. Seviyor çünkü işini. Zor da olsa, yorucu da olsa seviyor işte. Tabii bugünlerdeki gibi değil o zaman şartlar. Görse yüzyıl öncesi sanır insan. Hamallık bir bakıma yani.
Çalı süpürgesiyle yıkanıp temizleniyor koca koca gemiler. Sonra raspalanıp boyanıyor. Boyanıyor derken, fırçayla tabii. Bir sanatçı gibi fırça darbeleriyle süslüyor o yüzen devleri Cemal. Gemiler geliyor, gemiler gidiyor; tamir ediliyor, bakım yapılıyor. İnsan yanında küçücük kalıyor gemilerin, baktığında bitmez bu iş diyor… Ama bitiyor.
Sabah ilk iş, yüzüne krem sürüyor Cemal. O kadar kimyasaldan korunacak başka yol yok. İyi ki bu kremler var, yoksa nice olur hali. Kremlenme bittikten sonra maskesiyle kapatıyor yüzünü, vuruyor kendini işe…
Bizim genç Cemal birbirini kovalayan yıllarını veriyor bu işe, çoluk çocuk sahibi Cemal Usta oluyor. Cemal Usta’nın üç oğlu var artık: Kemal, Cemil, Muzaffer. Üç çocuk büyütüyor bu meslek, daha doğrusu henüz büyütmemiş ama büyütecek, eli kulağında.
Artık 1990’lara geliniyor, Haliç’in yerinde yeller esiyor. Gemilerin yeni durağı, tersanelerin yurdu Tuzla olmuş çoktan. Zaman geçtikçe gemiler de büyüyor… Başka başka milletlerin gemileri uğrar oluyor tersanelere, Cemal Usta’nın çalıştığı tersaneye bir Rus gemisini bağlanıyor. Bakımı yapılacak. Ama işin şekli bu sefer farklı. Tabanca mıdır, nedir? Öyle bir şeyle yapılacak boyası geminin.
Oh, be! Ne rahatmış bu tabanca. Atılsın fırçalar, gelsin tabancalar! Ondan sonra da yenliklerin ardı arkası kesilmiyor. Su jetler, tabancalar, elektriklisinden havalısından pompalar, daha neler neler…
Cemal Usta, boyanın duayeni oluyor artık. Yıllarca verdiği emekler, emekliliğe yol alıyor ağırdan. Ama aklında bir şey var Cemal Usta’nın. Çocuklar. Kemal, Cemil, Muzaffer. Onlar da bu işi yapsın istiyor, ama öyle zorla değil. İçinden istiyor işte… Bir gün tersanenin makine mühendisi Nevzat Bey’e açıyor fikrini. “Çocuklarımın üçünü de bu piyasaya sokacağım,” diyor. Beklemediği bir cevapla karşılaşıyor sonra, “Senin çocuklar üniversiteyi bitiremez, buralarda çalışamaz diyor,” mühendis Nevzat.
Susuyor Cemal Usta. Hiçbir şey söylemiyor. Gerek de yok zaten. Zaman gösterecek nasıl olsa her şeyi. Daha emekli olmadan bir yıl önce de üç oktan biri hedefi buluyor zaten, diğer ikisinin habercisi gibi…
Cemal Usta’yı emeklilik Gemak Tersanesi’nde kazan boyarken yakalıyor. Emeklilik adamı yakalar mıymış, demeyin. Basbayağı yakalıyor, deprem gibi… Sene 1999… Yerden gelen gümbürtüyle sarsılıyor Cemal Usta boyadığı kazanın içinde. Zor atıyor kendini dışarı. Sonra da “Tamam,” diyor, zamanı geldi emekliliğin.
Ama ondan önce…
Sene 1994. Gemak Tersanesi’nde işler hızla sürüyor. Cemal Usta bir taraftan işini yaparken, göz ucuyla da kapı tarafına bakıyor. Kemal gelecek birazdan. Büyük oğlan. 24 yaşında. Üniversiteyi bitirmiş. O da babasının askerden geldikten sonra düştüğü derde düşmüş; hayatını düzene sokma çabasında. Böyle işte bu işler, babadan oğula geçen bitmez koşturmaca.
Hah, işte geliyor sonunda…
Kemal, tersanede bulunan bir gemide çalışmak için iş görüşmesi yapacak. Bakalım, anlaşırlarsa… Bu arada babası Gemak Tersanesi’nin havuz başmühendisi ile tanıştırıyor Kemal’i.
Böylece yeni bir iş imkânı doğuyor oğlana. Olur mu olmaz mı, derken. Kemal gemiyi boş veriyor, tersanede boya işine başlıyor. Başlayış o başlayış…
Kolay değil babayla aynı tersanede çalışmak. Üstüne üstlük bir de babanın amiri olunca oğul, işler iyice zorlaşıyor. Yine de çok şey öğreniyor babasından Kemal, öğle aralarında birlikte havuz bölümünde oturulup sohbetler ediliyor.
Bildiklerini oğluna öğretiyor Cemal Usta, zaman zaman da oğlundan öğreniyor yeni çağın gereklerini. Bir de çok soru sormasa şu oğlan…
Kemal öğrenmek istedikçe soruyor, sorular ardı ardına geldikçe Cemal Usta’nın içi sıkılıyor. Hatta bir keresinde iyice sinirlenmiş olacak, havuzda sopayla kovalıyor oğlunu. Sonunda çözümü buluyor Kemal, bir konu bir kez konuşuldu mu, bir daha lafını açmıyor. Kemal tersanede başlıyor işe, sonra enspektörlüğe geliyor sıra, bir sonraki aşama ise boya satışı oluyor.
Ama sorsanız en zoru hangisi diye, “Uzak ara tersane diyor,” Kemal. Öyle ya, termin planına uymak zorundasındır tersanede, zamanla yarışırsın adeta. Diğer taraftan insanlarla uğraşırsın, işlerin yetişmesi gerekirken çalıştıracak insan bulamazsın… Sonra hava sana düşmandır sanki, tam işler yetişecek derken; kara, yağmura takılırsın… Ama işini bitirdin mi, gemiyi bir gelin gibi süsledin mi, yoktur keyfine diyecek. O demir yığını sanki o an ruhuna kavuşur. Diken diken olur insanın tüyleri, gemi salına salına suya inerken. Emeğini görürsün onda, geçen günleri görürsün bir film şeridi gibi.
Cemal Usta ile oğlu Kemal, Gemak Tersanesi’nde boyayla haşır neşir olurken. İkinci ok da yayda hazır bekliyor: Ortanca oğlan Cemil üniversiteden mezun oluyor. Ama önceleri farklı bir yol çiziyor kendine, mezuniyetin hemen ardından bir bankaya giriyor. Bankacı oluyor Cemil. Eyvah, ikinci ok karavana mı yoksa, derken Cemal Usta, aradan beş yıl geçiyor, işler değişiyor. Cemil bankacılıktan sıkılıp ailesinin yolundan gitmeye karar veriyor.
Aslında yabancı da değil boya işine. Üniversiteyken, yaz aylarında harçlığını çıkarmak için babasının yanına çalışmaya gitmişliği de var zaman zaman. O tecrübeleri de faydalı oluyor bu işe yönelmesinde. Sonunda da abisi ve kardeşi ile beraber çalışıyor Cemil, boya satış işinde.
Sıra geliyor en küçük oğlan Muzaffer’e. Cemal Usta yemiyor içmiyor, çalışıyor çabalıyor, üç oğlunu da üniversitede okutuyor. Muzaffer de kardeşleri gibi mezun oluyor okulundan.
Muzaffer de bir taraftan üniversiteyi okurken, yazları da tersaneye gelip babası ve abisiyle birlikte tersanede çalışıyor aslında. Pompa kontrolü ile başlıyor Muzaffer işe. Sonra yavaş yavaş gemlerin alt bölümlerini boyayarak tecrübesini artırıyor.
Ve işte yine geliyor o bildik dönem. Okul bitiyor, askerlik başlıyor; askerlik bitiyor hayat başlıyor… Muzaffer babasının yolundan gitmeye pek de meraklı değil aslında. Okuldan bir arkadaşı ile Antalya’ya gitme ve orada elektronik üzerine bir iş kurma derdinde. Hesaplarını yapmış bile: Ne alırız, ne satarız, ne kazanırız?..
Ama Muzaffer’in 1998 yılında abisi Kemal’le Sadıkoğlu Tersanesi’ndeki bir arkadaşlarına yaptığı ziyaret her şeyi alt üst ediyor. Eh, ne de olsa plan yapan el âlemi güldürürmüş kendine. O ziyaret bir anda iş görüşmesine dönüşüyor ve mesele dönüp dolaşıp, alacağı ücrete geliyor. Dedik ya, Muzaffer hesabını kitabını yapmış, diye. Tilkiler dolaşıyor beyninin içinde hızlı hızlı, kuyrukları birbirinden ayrı. En sonunda kendi kendine kararını veriyor; Antalya’da kazanmayı planladığımın iki katını verirlerse işi kabul ederim, diyor. Teklif düşündüğünün iki buçuk katı olunca da son ok da hedefini buluveriyor. Muzaffer de artık boya işine dalıyor.
Cemal Usta üçte üç yapıyor sonunda. Oğulları boya ustası olmasalar da, kontrol mühendisi ve enspektör olarak, bugünlerde de boya satışı alanındaki firmalarıyla sektördeki tüm tersanelere adımlarını atıyorlar. Mühendis Nevzat ne der bilinmez ama, Kahya ailesi Türkiye’de boya işini ikinci kuşakla devam ettiriyor hâlâ.