AV.NAZLI SELEK
Geçenlerde denizcilik sektörünün genç ve dinamik bir ekibi tarafından bir webinar’a davet edildim. Kişisel mesleki yolculuğumuzu genç nesillerle paylaşmak üzere, farklı alanlardan profesyonellerle bir söyleşi gerçekleştirdik. Çok keyif aldığım bu söyleşide kendim, hayat seçimlerim ve mesleki yolculuğumla ilgili unuttuğum ne çok şey olduğunu fark ettim.
Annem de avukattı ve bir devlet kurumunda avukat olarak çalışıyordu. Herkes ondan gördüğüm ve etkilendiğim için avukat olmak istediğimi düşünür ama işin aslı öyle değil. Benim ilkokul yıllarımda televizyonda pazar günleri yayınlanan “L.A. LAW” adlı bir Amerikan dizisi vardı. O diziyi çok sever, soluksuz izlerdim. Dizideki avukatların olayları çözme tutkuları, yaratıcılıkları, başarılı olduklarında aldıkları haz ekrandan bana geçerdi. Yaptıkları akademik araştırmaları, yüz yıl önce gerçekleşmiş olaylarla ilgili verilen kararları bulup üzerinde tartışmalarını izlerken, “hukuk” dediğimiz kavramın aslında senelerdir süregelen toplumsal anlaşmalardan meydana geldiğini; yaşayan ve değişen, canlı bir kavram olduğunu anlamamı sağlayan içsel yolculuklara çıkardım çokça. İşte ben avukat olmaya böyle karar vermiştim. Annem, bu renkli ve pırıltılı televizyon dünyasından etkilenmiş olmamı biraz kaygıyla karşılamış olmalı ki, Türkiye de hukuk alanının televizyonlarda gördüğüm pırıltıda olmadığını söyleyerek beni sıklıkla uyarır, kararımı gözden geçirmemi isterdi. Ona göre, daha rahat bir iş kolu seçebilirdim. Ama ben kararımdan hiç dönmedim ve hiç pişman olmadım.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, üniversitenin Beyazıt kampüsündedir ve çok ihtişamlı bir giriş kapısı vardır. Oradan ilk girdiğim gün duyduğum heyecanı hâlâ hissederim. Bazı amfilerin üzerinde Alman profesörlerin isimleri yazardı: HIRSH, SCHWARZ gibi… Sonraları bu isimlere akademik kitaplarda çokça atıf yapıldığını gördüm. Onların, Atatürk’ün 2. Dünya Savaşı öncesinde yurdumuzu açtığı Musevi hukukçu bilim adamları olduklarını ve yeni yuvalarına sahip çıkışlarını, hukukumuza yaptıkları katkıları öğrendim, okudum. Ayşe Kulin’in, o bilim adamlarının öyküsünü çok yalın bir dille anlattığı Nefes Nefese isimli kitabını da bir çırpıda bitirmiştim. Ben, okurken de avukatlık yaparken de, yaşadığım onca zorluğa ve hukuksuzluğa rağmen mesleki heyecan ve tutkumu hiç yitirmedim.
Gençlerle söyleşide bunu onlara da ifade ettim: İnsanın kendini heyecanlandıran, motive eden, harekete geçiren ve tutkuyla yapabileceği mesleği seçmesinin ne kadar da önemli olduğunu paylaştım. Hayatımızın o kadar büyük bir kısmı işimizle haşır neşir geçiyor ki, ailemizden daha çok iş arkadaşlarımızı görüyoruz. Dolayısıyla hayat başarısında veya hayattan tatmin olmada meslek çok önemli. Hukuk çok canlı ve yaşayan bir mekanizma… Fakültede hocalarımız bize şöyle söylerdi: “Ayakkabı alırken, yürürken, otobüse binerken hep hukukçu gibi düşüneceksiniz. ‘Şimdi ben ayakkabımı alırken alım satım sözleşmesi kuruldu mu? Ne şartlarda iade edebilirim bu ayakkabıyı?’ gibi sorular, hayatın her aşamasında sizinle olacak” derlerdir. Hakikaten de öyle oldu. İnsan, yıllar içinde, kendisine sorulan her soruya çözülmesi gereken bir konu gözüyle bakmaya başlıyor. Sizinle birlikte yaşayanlar için bazen sıkıcı olabiliyor bu durum ama elden ne gelir!
Meslek, insana bir yaşam tarzı da öğretiyor. Mesela bizim mesleğimizde üstatlarımıza olan saygı esastır ve bizden büyük tüm meslektaşlarımız aynı zamanda üstatlarımızdır. Karşılıklı dosyalarda görev alsak bile gerek üstatlarımıza gerek meslektaşlarımıza bu anlayış ve saygıyla yaklaşmayı öğrendik biz. Bu anlayışın yeni nesil için de geçerli olması, bu değerlere sahip çıkılması o kadar önemli ki…
Sözün özü şu ki, yüzyıllardır var olan bu meslek, içinde bulunduğumuz pandemi şartlarında bile, gelişen yeni teknolojiler, dijital dünya ve dijital farkındalık gibi yeni tatlarla hâlâ varlığını sürdürüyor. Eskimiyor; aksine gelişiyor, evriliyor; insan var olduğu sürece de var olmaya devam edecek. İyi ki de var olacak…
Sevgiyle kalın.