HÜSEYIN KOCABAŞ
Gözümü açtım, deniz…
Elli beş yıl geçti, deniz. Hayatın gittiği yere kadar yine deniz…
İliklere kadar işlemek böyle bir şey olsa gerek.
Dededen kalma denizci olmak, denize bir ömür vermek o kadar çok yaşanmışlıkla dolu ki…
Hangi denizcinin, terekesinde biriktirdiği, denize dair anıları yok ki?
Miçosundan kaptanına, silicisinden çarkçıbaşı ve aşcısına kadar öylesine anılarla dolu ki deniz…
Bazen neşeyle, bazen ufuk açan deneyimlerle, bazen de “çok gezen çok bilir” edasında bilgelikleri ya da “bilim kurgu filmi karakterlerini” anımsatan kelimeleri cebinde biriktirmekle geçer denizcinin ömrü.
Biriktirilen bu anılar, genellikle emeklilik hayatında günlük sohbetlere konu olur ve az da olsa eli kalem tutan denizciler tarafından nesre dökülüp ölümsüzleştirilir.
Gemi insanıysanız liman liman biriktirirsiniz anıları, acenteyeseniz gemi gemi, donatansanız sefer sefer biriktirirsiniz.
Şayet siz de iyot kokusuyla ciğerlerini dolduranlardansanız, imkân buldukça ziyaret edersiniz gemileri…
Reis, ne haber?
– Ne olsun, Süvari Bey… Şey… Hüseyin Bey. Dilimiz hep alışmış Süvari Beye işte. Birden…
– Reis, niye bu güverte bakımsız. Tarzan’a dönmüş. Hayırdır, boyanız yok mu?
– Şey… Hüseyin Bey, kaç seferdir güverte suyun içinde gidiyoruz, hiç fırsat olmadı ki…
Her zaman sağlam bir argümanı vardır denizcinin. Bizim insanımız neden böyle bir savunma mekanizması geliştirmiş acaba? Bunu denizde daha sık görmek mümkün, ya da bize öyle geliyor. Ama hakkını vermek lazım; denizcilik, karadaki diğer mesleklere nazaran çok daha meşakkatli…
Denizi sevmek, onun dilinden anlamak lazım! Yoksa kedi köpek gibi didişip durursunuz. Hele bir de bu gönülsüzlük deniz tutmasıyla birleşirse; değme içinde kabaran pişmanlığa…
Aman Allah’ım! “İmkân olsa da hemen karaya çıksam” dersiniz. Deniz tutması da hiçbir şeye benzemez, adamı canından bezdirir. Aman Allah’ım! “İmkân olsa da hemen karaya çıksam” dersiniz. Deniz tutması da hiçbir şeye benzemez, adamı canından bezdirir.
Bir keresinde, Kanarya Adaları’ndan gemiye katıldım, Antwerp Limanına sefer yapıyoruz. Finistere’ye kadar, iskele omuzluktan gelen dalgalarla sallan yuvarlan… Ne zaman ki meşhur Biscay’a girdik; gözün gördüğü, alabildiğine deniz… Ama sanki otobandan çıktık. Keçi yolunda yüksek ökçeli ayakkabılarla yürümeye çalışır gibiyiz. Yata kalka, sağa sola yalpalayarak gidiyoruz… Tutunmadan dik durabilmenin imkânı yok. Beni deniz tutmaz, demeyeceğim. O kadar yat kalk yapıyoruz ki artık bir tuhaf olmaya başladım; çareyi yatmakta buldum.
Ama yatalı çok da uzun bir zaman olmamıştı ki, bir anda kendimi yataktan yere savrulmuş buldum. Neden sonra anladım; sertleşen rüzgâr nedeniyle denizle mücadele etmek iyice zorlaşınca, kaptan Finistere’ye geri dönmeye karar vermişti. Dönüş o dönüş!
2008 global finans krizi sonrasında denizcilik sektöründe yaşananlar, diğer birçok meslek kolunda çalışanları olduğu gibi denizcileri de çok üzdü. Ancak en çok denizcilik sektörünü üzdü desek pek de yanlış olmaz.
Her şey değer kaybetmiş, pervaneler zoraki dönme gayretinde… Gelenden çok giden var… Hayat, denizde eksi yazmaya başlamış. Çarelerden biri de, eldeki gemileri hurdaya gönderip zararın neresinden dönersek kârdır mantığına sığınmak. Nitekim, filodaki gemilerden birinin, kriz sebebiyle bozulan satış mukavelesi sonrasında değerinin yedide birine Uzakdoğu’ya hurdaya yollanmasına karar verdik. Gemi, Karadeniz’den pahalı bir yük alıp Dubai’de tahliye edilecek, ardından da hurdaya gideceği plajın yolunu tutacaktı. Somali korsanlarının kol gezdiği zamanlar..
Korku dağları bekler!
Oldukça yüksek bir bedelle, geçiş süresince gemiyi koruma görevini üstlenecek silahlı guardlar aldık. Sakınılan göze çöp batar derler ya, tam da öyle… Bizim çöp, tam da Somali’yi geçmeye ramak kala meydana gelen makine arızası! Yedek parça ulaştırması için bölgedeki deniz kuvvetlerinden dahi yardım talep ettiğimiz, on bir günlük arızalı dönem… Ve iki kez Somali korsanlarının saldırısına maruz kalmak… Çatışmada korsanlar tarafında neler olduğu muallak! İşin sevindirici tarafı, gemiye çıkmayı başaramadılar.
Denizde geminiz mi var? 7/24 alestasınız… Eskiden ancak telsiz yardımıyla kurulan irtibat şimdilerde uydu telefonlarıyla kuruluyor: Kaptan, anında karşınızda. İşte yine öyle anlardan biri, tam da derginin adıyla birebir örtüşen bir macera daha… Batı Afrika’da çalıştığımızdan, geminin beş yıllık special survey tersane bakımlarını Türkiye’de yaptırıp Batı Afrika’ya doğru sefere koyulduğumuz bir kış dönemiydi.
Hava soğuk, deniz dalgalı, yer yer esen sert rüzgârlar..
Oldukça rahatsız edici hava şartlarıyla Akdeniz’i bir baştan bir başa geçmeye çeyrek kalmıştı ki, gecenin sabaha yakın bir zaman diliminde, o sessizlik içinde gemi düdüğü gibi çalan bir telefonla uyandım. Hattın diğer ucunda o saatte kim ola ki?
Dedik ya, 7/24 alesta…
Hüseyin Bey, iyi geceler, iyi sabahlar…
– İyi geceler, Süvari Bey, hayrolsun inşallah. Bu saatte pek hayır değildir ama…
– Kusura bakmayın, sizi rahatsız ettik ama gemi dümene bakmay. Ben uyku sersemi toparlamaya çalışırken sordum:
– Anlamadım, Süvari Bey, nasıl dümene bakmıyor?
– Vallahi, Hüseyin Bey, sancak alabanda ediyrim, muşir sona dayanıyor ama gemi dönmüyor. İskele alabanda ediyrim, yine muşir sona dayanıyor ama gemi dönmüyor. Aşağıdan bakıyoruz, dümen basıyor ama gemi dönmüyor. Ben bu işten bir şey anlamadım! Sanki dümen yok, dümeni düşürdük!
Siz siz olun, dümeninize sahip çıkın, yoksa denizlere tabi olursunuz. Nitekim, düşen bir dümenin iki aylık hikâyesi başlar…