FIKRI TAHA METE
Okulu yeni bitirmiş üç arkadaş… Ben, Çağatay ve Halil
Sene 2011. Üniversite yılları geride kalmış. Para kazanma gerekliliği, üçümüzü de çevreleyen belirsizlik sisinin içinde gözümüzün görebildiği tek gerçeklik olarak karşımızda duruyor…
İşte bu şartlar altında, aynı noktadan hareket eden ama farklı yollardan ilerlemek zorunda kalan A, B ve C arabaları gibiydik o zaman.
Bendenize yollar, yani denizler görünmüştü. Birçok arkadaşım gibi gemiye çıkmaktı seçeneğim. Çağatay da aynı şeyi planlamıştı aslında. Ama “haydi rast gele” diyerek iş başvurusunda bulunduğu tersaneden iyi haber gelmişti. Güzel fırsattı ve tabii ki bu fırsatı değerlendirdi. Halil’in hayalleri ise daha farklıydı. Onun aklında kendi işini kurmak vardı ve babasından aldığı sermayeyle, hayalini gerçekleştirecek ilk adımları atmıştı. Ama onun için de planladığı gibi gelişmiyordu olaylar.
Böylece, üç arkadaş, bambaşka yerlerde bulduk kendimizi…
Ben, stajım bitince Kaptanoğlu firmasında makine zabiti olarak göreve başladım. Kat ettiğimiz yollar birbirinden uzaklaşmıştı ama dostluğumuz her zaman olduğu gibi yakındı birbirine. Gemide yaşadığım yalnızlığı ve zorlukları, Çağatay ve Halil’le uydu telefonundan yaptığım görüşmeler sayesinde atabiliyordum üzerimden. Paylaştığımız eski günleri ancak bu şekilde yad edebiliyorduk.
Gemide olmak benim için zorlayıcıydı. Bir taraftan şartlar çetindi, diğer taraftan düşünmeye, hayal kurmaya çok fırsatım oluyordu. Bu iyi bir şeydi elbette; yani, sonuçta düşünmek, hayal kurmak iyidir, öyle değil mi? Ama gemiye çıkanlar bilir, bir süre sonra bir bakarsınız beyninizde zihni sinir fikirler sürüsü dolaşmaya başlamış. Ben de bu tür fikirlerle az yemedim arkadaşlarımın başının etini. En çok da girişimcilik fikirleriyle dolup taşıyordu beynim. O fikirlerin ne kadar akla hayale sığmayacak fikirler olduğunun farkına ancak şimdi varıyorum. Ama neyse ki arkadaşlarımla dertleşebiliyordum işte. Sağ olsunlar, onlar da hiçbir zaman yüzüme vurmadılar bu garipliklerimi.
Çağatay, bu konuşmalarımızdan birinde, çalıştığı tersaneye mühendis alınacağını ve beni önerdiğini söyledi. “Hemen Türkiye’ye dönmen lazım” demişti. Türkiye’ye dönmesine dönerdim de, işin “hemen” kısmı biraz problemliydi. O sırada çalıştığım gemi Rotterdam Limanı’ndaydı, ilk zabitlik deneyimimdi, bu işi bulmak için araya eşi dostu koymuştuk ve kontratımın bitmesine de daha iki ay vardı. Kısacası “hemen” dönmem imkânsıza yakındı. Ama çok heyecanlanmıştım. Okuldan sonra hayalini kurduğum iş değildi ama sonuçta arkadaşımla bir arada çalışacaktık.
Benim durumu iş yerine bildirmem bir haftayı, işten ayrılmamsa iki ayı buldu. Bu şartlar altında arkadaşımın önerdiği işi kaybetmem işten bile değildi ama Çağatay, o pozisyonu bekletmek için elinden ne geliyorsa yaptı. Sonuçta şansım da yaver gitti ve tersanede işe başladım. Sekiz ay Çağatay’la beraber çalıştık.
Ancak, bir süre sonra ekonomik dar boğazın ellerine düşünce bana yine deniz yolları gözüktü. Tekrar gemiye çıktım, uydu telefonu tekrar en yakınım ve beni gerçek dostlarıma bağlayan tek araç olmuştu. Bir gün yine Çağatay ile konuşurken sanki dejavu yaşadık. Çağatay, çalıştığı tersanenin müdürü Mustafa Aytepe ‒kendisi bizden ne emeğini ne de bilgisini hiçbir zaman esirgememiştir, bu vesileyle ona teşekkürü bir borç bilirim– ile iş yapma kararı aldıklarını, tersane yönetimine de benim adımı verdiğini söyledi. Çağatay ne zaman gel demişti de gitmemiştim! Üstelik bu kez çok daha kolay olmuştu; kontratım bitmek üzereydi ve hızlıca karar alıp harekete geçebilecek durumdaydım.
Bu seferki tersane maceram bir sene kadar sürdü. Bir yılın sonunda işten ayrılmak zorunda kaldım. Yani, dön baba dönelim… Yine iş arama, yine gemi yolları.
Yeniden zorlu bir döneme girmiştim. Neyse ki arkadaşlarla oturup dertleşme fırsatım vardı. Bir gün Çağatay ve Halil’le Fenerbahçe’deki bir kafede oturup konuşurken ‒inanılmaz ama bu sefer uydu telefonuyla değil!‒ beni gemiye göndermek istemediklerini söylediler. Teklifleri ise son derece heyecan vericiydi: Beraber iş kurmak. Bu hayali her zaman paylaşmıştık ama nasıl hayata geçirecektik? İşin sermaye ve tecrübe kısmını nasıl halledecektik? Halil’in babasından aldığı sermayenin büyük bir kısmı tükenmişti. Ama belki de kalan kısmıyla bir şeyler yapabilirdik. Tecrübe kısmı ise henüz doğmamış işimizin ölü doğması anlamına geliyordu. Halil’e “Ne kadar paramız var?” diye sorduğumda aldığım cevap 70 bin liraydı.
Neyi düşünüyorduk ki, direkt bir tersane almalıydık! İnsanın kendisiyle ve bulunduğu durumla dalga geçebilmesi de önemli sonuçta
Fakat sonraki günlerde bazı fikirler canlandı kafamızda. En az riskle neler yapabiliriz diye kafa yorduk. Küçük bir atölyemiz olsun dedik; sac, boru, teçhiz işleri yapmaya başlarız diye düşündük. İşinin kalitesine güvendiğimiz, bizi mahcup etmeyeceğine inandığımız taşeronlarla kâr payı vererek proje bazlı çalışma yapmaktı hedefimiz.
Fikir biter mi? Bitmez. Bitmiyordu ve biz de bu fikirleri olgunlaştırmaya çalışıyorduk.
Planladığımız işleri yapmak için yer bakarken, tersanede birlikte çalıştığımız ve çok sevdiğimiz Rıza (Tuptaş) Abi bu tür işler yapan dayısının, iş yerini malzemeleri ve ekipmanlarıyla devretmeye karar verdiğini söyledi. Durur muyuz? Hayır. Hemen ertesi günü gidip el sıkıştık. Paramızın yarısını böylece bu işe yatırmış ve geri dönüşsüz bir yolda tam yol ileri demiştik.
O akşam planlarımızı Rıza Abi’ye de anlattım, “Seninle proje bazlı çalışmak istiyoruz” dedim. Ben aslında bu teklif Rıza Abi’yi sevindirir diye düşünmüştüm ama o anlamadığım bir şekilde bozuldu. Sebebi de sonradan anlaşıldı… Ben hayrola deyince, bu yola bizimle ortak olarak girmek istediğini söyledi.
Aradığımız tecrübeyi de bulmuştuk sonunda. Çoktan razıydık bu yola birlikte girmeye. Rıza Abi’nin zaten bir düzeni, ekibi vardı.Bu durum bizim için bir avantaj olsa da onun için ciddi bir riskti. Ben tabii sevinerek kabul ettim bu teklifi. Sonradan da gördüm ki Rıza Abi girişimcilik konusunda bizden çok daha gözü karaydı. İyi ki de öyleydi.
Maceramız bu şekilde başladı. İlk işimizi Özcan Abi’den (Cantaş) aldık. Destek olmak için gemisinin tamir işlerini bize verdi. Sektörde armatörlerin vadeli çalıştığını herkes bilir, ama Özcan Abi’nin firması daha çalışanın teri soğumadan emeğinin hakkını vermeyi bir aile geleneği haline getirdiğinden, bu destek o günlerde bizim için paha biçilemezdi. Biz işe başladıktan iki ay sonra Çağatay da Mustafa Abi’den müsaade alıp aramıza katıldı, onun da katılımıyla kadro tamamlanmış oldu.
O gün, o kafede üstünkörü konuştuğumuz hayallerimizi gerçeğe dönüştürme çabamız beş yılı geride bıraktı. Bugün Denkar ve Moskar’ın taşeronlarla birlikte yaklaşık üç yüz kişiye ekmek kapısı olan firmalar haline geleceğini tabii ki tahmin etmemiştik. Ama hayal kurduk, çalıştık ve başardık.
Bu noktaya gelmemizde özellikle bir nasihatin çok önemli rol oynadığını belirtmem gerekiyor. Bu nasihati, bir abi olarak her zaman yanımızda olan; maddi manevi desteğini bizden hiçbir zaman esirgemeyen Rauf Gül’den almıştık. “Hırsınıza yenilmeyin!” demişti, biz daha yolun başındayken. İki kelimeden çok daha fazlasıydı gönlümüzde yer eden. Daha çok kazanacağım; daha iyi olduğumu, daha önemli olduğumu ispatlayacağım diye hırsınıza yenilip ahlaki değerlerinizden ve karakterinizden taviz vermeyin demişti bu iki kelimeyle. Bu söz bizim için kötülüğe giden her kapıyı kapattı. Bu nasihat, hayata karşı savunmamız oldu bir bakıma ve her zaman, becerebildiğimiz kadarıyla o nasihate uymaya çalıştık.