M. SABRİ GÖKHAN
Merhaba, deniz dostları. Dümen’in yeni sayısında bir kez daha sizlerle buluşmanın mutluluğunu yaşıyorum.
Hatırlarsanız geçen sayıda Dördüncü Çanakkale Deniz Savaşı’nı anlatmaya başlamıştım. Şimdi, kaldığımız yerden devam edelim. Bakalım bu önemli savaşta neler yaşanmış, neler olup bitmiş?
Yazının ilk bölümünü M. Turhan Tan’ın Viyana Dönüşü adlı tarihi romanından yaptığım bir alıntıyla noktalamıştık. Kara Mehmed, Venedik Donanması’nın önünü kesip İstanbul’u kurtaran olayları anlatıyordu.
Romanda, hikâyesini ilk bölümde anlattığım gibi, Alaiye Sancak Beyi (günümüz Alanya’sı) Küçük Mehmed’in üç kayığı paylaşan altmış arkadaşıyla düşman mavnalarına hücum etmesi, Süleyman Kaptan’ın mavnasını geri almaları, Venedik mavnasını ele geçirmeleri ve mavnadaki yüz elliden fazla düşman askerini doğramaları anlatılır…
Romandan yaptığımız alıntıya kaldığımız yerden devam edelim…
“İki kıyıdaki Türk askerleri alkış çekiyordu. Ellerin çıkardığı ses deniz gürültüsünü bastırıyordu, koca vezir ağlıyordu. Türk kayığı Venedik mavnalarını yenmişti; Türk yumruğu düşman toplarını yenmişti. Türk kılıcı bir filoyu kaçırmıştı. Fakat sevincimiz yine yarı kaldı. Çünkü Küçük Mehmed’in üç kayıkla paçavraya çevirdiği dört Venedik mavnası büyük gemilerine doğru süklüm püklüm sürüklenip giderken, bizim kalyonlar da rüzgârdan da yardım görüp Sakız’a doğru savuşuyorlardı. Artık düşman önünde biz gemisiz kalmıştık, Boğaz’ı zorlarsa çürük toplarımızla onu durdurmaya savaşacaktık.
Venedik ve Malta çektirileri, “Ver elini Sakız!” diye Boğaz’dan açılan bizim gemileri önlemeye, çevirmeye koşuyorlardı. Biz onların meramını sezince yine tek göz gibi benliğimizi denize vermiştik, nemli bakışlarla iki donanmayı süzüyorduk. Çerkeş Osman’ın savaştan kaçtığı belliydi. Fakat düşmanın zoru önünde utanıp er meydanına döneceğini umuyorduk. Meğer yine aldanmışız. Korkak kaptan, canını kurtarmaktan gayri bir şey düşünmüyormuş. Bunu biraz sonra anladık. Çünkü, düşman bizimkilerin önünü kesiverince Çerkeş Osman ileri atılacak yerde geri döndü. Bu kaçış sırasında yeniçeri kahyasının yedek gemisi elden çıktı, on beş kadırgamız karaya vurdu, içindeki derme çatma askerler, aylıklı askerler denize döküldü.
fırıl dönüyor, boyna dövünüyordu. Gemilerimizin Büyük Kepez’e doğru kepazece dağıldıklarını görünce hemen bir kayığa atladı, Rumeli yakasına geçti, Türk donanmasına kürekçi ve cenkçi yazılıp bu edepsizliği yapan korkak gidileri (asker müsveddelerini) karşılamaya koştu. Kadırgalardan denize dökülen ödsüzlerden yüzme bilmeyenler zaten boğulup gitmişlerdi, canlarını kurtarıp karaya ulaşanlar da ıslak tavuklar gibi, adım attıkları yerde pinekleyip duruyorlardı. Koca vezir öbür yakaya çıkar çıkmaz askere emir verdi, namert kaçakları kılıçtan geçirtti. Ödlek kürekçiler, korkak cenkçiler bulutu görünce yağmur yağar diye kaçmışlardı, koca vezir onları doluya tutturdu, birer birer kestirdi. Fakat durum nazikti. Büyük Kepez’de karaya vuran üç mavna ile on çektirmemizin, Kafirbucağı’nda üst üste yığılan kadırgaların düşman tarafından yakalanacağına yahut yakalanıp götürüleceğine şüphe yoktu. Artık gayret bize düşüyordu. Gemilerimize saldırılırsa biz topları işletecektik. Onun için ellerimiz fitilde bekliyorduk.
Düşman, şenlik topları ata ata Boğaz’a doğru geliyordu. İki yıl önce Sarı Kenan Paşa’yı yenip adalarımızın çoğunu zapt eden (Bozcaada ve Limni kastediliyor) Kör Kaptan, baştardasını kılavuz yapmıştı; ardına taktığı dağ gibi kalyonlarla, düzine düzine çektirmelerle, alay alay mavnalarla üzerimize yürüyordu. Bu Kör Kaptan, son yıllarda denizlerin firavunu kesilmişti. Kabına sığmıyordu. Karaları Allah yaratmışsa, denizleri sanki o yaratmıştı. O kadar gururu vardı. O gün de öyle davranıyordu. Herifin gelişinde düşman üzerine yürüyen bir gemici hali yoktu, serçe üzerine atılan bir köpek çalımı vardı. Sözün kısası, bizi adamdan saymıyordu.
Ya gemisi? O bir baştarda değil, bir gelin odası, bir düğün sofası idi. Baştanbaşa çuhalar, şallar, ipekli kumaşlarla süslenmişti, topların üstüne bile İngiliz kadifeler örtülmüştü. Kör Kaptan bunları gösteriş için yapıyordu. Kumanda ettiği yetmiş iki buçuk millet içinden toplama gemicilere kendince yürek pekliği aşılamak istiyordu. Yavaş yavaş bizim güllelerin ulaşma sınırına (menzil) girdiği halde çalımını bozmuyordu. Kendisi güvertedeydi. İçinde bulunduğum metristen, Kör Kaptan’a kadeh sunan keklik yapılı genç oğlancıkları bile görebiliyordum. Düşman işte bu çalımla geldi, geldi… Bizim metrislerin önünden karşı yakadaki baştardamıza doğru akmaya başladı. Kör Kaptan bizim baştardayı bir kurdun bir kuzuyu alıp götürmesi gibi alıp götürecekti. Çünkü bizim gemicilerin tamamı hep karaya dökülmüştü. Koca Vezirin kılıcından kurtulanlar dağlara, kırlara dağılmıştı. Bırakın baştardayı koruyacak, dümenini tutacak tek adam yoktu.
Halimiz berbattı, kara askerlerimiz ağlaşıyordu. Onlar, ellerinden gelse denize atılacaklardı, palalarını dişlerine takıp düşman gemilerine saldıracaklardı. Fakat deniz, hain deniz yol vermiyordu, yiğit ayakları karaya mıhlıyordu. Ben de ağlıyordum, fakat gözümle değil, kalbimle. Çünkü gözüm adeta benden ayrılmış, Kör Kaptan’ın gemisindeydi. Bizim baştardayı kocasının koynundan alınan bir geline çevirmek isteyen bu uğursuz herif, benim gözümü de esir etmişe benziyordu. Bir türlü sağıma soluma bakamıyordum. Bir ara adeta onunla karşı karşıya gelmiş gibi hissettim.
Onu, parmağımla dokunabilecek kadar yakın buluyordum. İşte tam bu sırada gözüm evinden (yuvasından) çıkacakmış gibi büyüdü, yüreğim ağzıma geldi, ta içimden bir ses yükseldi: Ateş! Bu emri bana veren yine bendim. Lakin başkasından, büyük bir zabitimden emir alıyormuşum gibi titredim, gözümü Kör Kaptan’dan ayırmaksızın fitili ateşledim. Eh, nişanı melekler almış olacak. Güllem, ateş olmuş Türk yumruğu gibi topun ağzından fırladı, Venedik baştardasına ulaştı ve tam cephaneliğin ortasına düştü.
Venedik baştardası alevler içinde kalmıştı. Gemi yana yana batıyordu. Kör Kaptan ile arkadaşlarının, binden artık (bin kişiden daha fazla) kürekçinin, cenkçinin parçalanmış cesetleri gökyüzünde uçuşuyordu. Biraz sonra amiral gemisine yakın olan kalyonlar ateş aldı, bu ateşten mavnalar alevlendi. Deniz dalga dalga cehenneme döndü, düşmanı lokma lokma eritmeye koyuldu. Türk’ün namusu kurtulmuştu!”
Gerçekten de adeta bir mucize meydana gelmiş ve bu çatışmanın tartışmasız galip tarafı Osmanlılar olmuştu. Atılan bir güllenin sağladığı başarı göz kamaştırıcıydı. Artık kronik hale gelen Venedik ablukası ve devam eden savaş nedeniyle son derece önemli hale gelen Girit’e ulaşım ve İstanbul’un deniz yoluyla gelen ihtiyaç mallarına ulaşımı önündeki engel kalkmıştı. Belki daha da önemlisi, Köprülü Mehmed Paşa’nın kazandığı itibar ve özgüvenin artmasıydı.
Venedikli Amiral Mocenigo’nun baştardası patlayarak denizin dibini boylarken, Boğaz’ın her iki yakasına konuşlanmış Türk topçularının “salvo” atışlarıyla iki yüze yakın Venedik kadırgası da yanarak batmaktan kurtulamamıştı. Aslında Osmanlı donanması da Venedik donanmasıyla birlikte yok olmuştu. Çanakkale Boğazı sadece gemi iskeletlerinin yüzdüğü devasa bir gemi mezarlığına dönmüştü. Gülleyi tam isabetle fırlatan Sipahi Kara Mehmed, sonraları da hep gündemde olacak, özellikle 1683 yılındaki II. Viyana kuşatması sırasında ortaya koyduğu kahramanlıklarla gönüllerde taht kuracaktı.
Bu öyküyü yazarken ilginç bir kaynağa rastladım. Bu Çanakkale Deniz Savaşı’nda Venediklilerin yanı sıra Malta ve Papalık gemilerinin de olduğunu biliyoruz. Amiral Gregorio Carefa komutasında yedi Malta kadırgası, Papa’nın yeğeni Sienalı Giovanni Bichi komutasındaysa beş Papalık kadırgası Venedikli “Kör” Amiral Lazzaro Mocenigo’nun emrinde savaşmıştı.
Sözünü ettiğim kaynak, Vatikan’nın el yazması belgelerinden Kapualı Priore General Bali Giovanni Bichi Komutasındaki Papalık Kadırgalarının 1657 Senesinde Levant’taki Seyir Defteri adlı, “Ghig. O.IV.57” no’lu Vatikan belgelerinden Türkçeye çevrilmiş “İlk Çanakkale Zaferi 1657” isimli kitap. Rinaldo Marmara ve Canan Parmaksızoğlu Sami’nin hazırladığı bu müthiş kitabın –bence– en ilginç bölümlerinden biri, o “Meşum Gülle”nin karşı tarafça nasıl betimlediğini anlatan satırlardır. Buyurun, birebir yazıldığı şekliyle birlikte okuyalım…
“Reale Yangını (Reale: Top taşıyabilen Akdeniz kadırgaları) Böylece, yani Boğaz’a girmeye acele ettiğinden, az ilerdeki kara topçularının hedefi oldu. Hedefi vurmak için sabahtan uygun bir şekilde ayarlanmış olan ince toplarla Mocenigo’yu cephanelik odasından vurdular ve onu, kadırgasıyla birlikte sefil bir şekilde havaya uçurdular.
Yangının Tasviri
Böyle acıklı bir hadise, ne kadar da korku saçtı… Bu manzara, yalnızca her birimiz tarafından değil, düşmanın kendisi tarafından da izlendi. Kim bu manzarayı yeniden anlatmak ister? İnanın bana, eğer bu dünyada, günahkârların mahşer günüyle kıyaslanabilecek bir örnek olsaydı, bu örnek kesinlikle kadırganın yanmasına benzerdi. Çok yoğun bir toz ve zift dumanının ortasında, gökyüzünden yalnızca yangının şiddetiyle havaya fırlamış insanlar değil, o kuvvetle belden yukarı kısmından kopmuş birçok uzuv düşüyordu. Bunların bazıları hâlâ kendilerini hayata bağlayan zincirlerle çevriliydi. Ve onlarla birlikte sayısız direk ve demir de düşüyordu. Bunlar belki de cezalarının araçlarıydı; bunlar aşağı düşerken, alevlerden kurtulan zavallıları yaralıyor ve öldürüyor ve su üzerinde kalarak ilerliyorlardı.”
Kör Amiral’in ölümünden sonra, yerine kardeşi Francesco Mocenigo geçmişti ve tek dileği en azından ağabeyinin cesedini bulmaktı. Bulacaktı da…
“Francesco Mocenigo’nun Soylu Hisleri
Dona kalan (yeni) General’i üzen hadiselerden biri, artık soğuktan mı, yoksa korkudan mı bilemiyorum, sancağın ve fenerlerin kaybedilmiş olmasıydı. Bunların telafisi için, kuvvetli şekilde, kim ona kendini tanıtırsa ondan ağabeyinin cesedini istiyordu; çünkü elde ettiği zaferler yüzünden Türkler tarafından ne kadar nefret edildiğini biliyordu, onlar yüzünden hayatta ne çok onura sahip olduğunun da bilincindeydi. Türkler cesedine karşı da aynı şekilde kabalık etmişlerdi.
Yangından Neler Sağlam Kaldı?
Ve dilekleri Tanrı tarafından geniş ölçüde, doğru bir şekilde yerine getirildi. Sancağın yanında fenerler ve ağabeyin cesedi, yangının başladığı yerden uzak bölüm olması sebebiyle, kıç taraftaki odada bulunan kayda değer miktarda para ve bazı önemli yazılar da yangından sağlam çıktılar.
Bu zafer sonrası neler olduğuna da kısaca bir bakalım…
Köprülü Mehmed Paşa hiç vakit kaybetmeden, elde kalan hurdaya dönmüş donanmayı mümkün mertebe sefere çıkacak hale getirecekti. Donanmayı Kaptan-ı Derya Topal Mehmed Paşa komutasında Ege’ye gönderdi. 31 Ağustos’ta önce Bozcaada (Tenedos), devamında da ‒altmış üç gün süren kuşatma sonrası‒ 11 Kasım günü Limni Ada’sı (Lemnos) Venediklilerden geri alınmıştı.
Alınan bir diğer önlem ise Kumkale ve Seddülbahir kalelerinin inşasıydı. 1452 yılında İstanbul’u kuşatma öncesinde Bizans’a olası yardımları kesmek amacıyla Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan Kilit Bahir Kalesi (Denizin Kilidi Kalesi) yeterli görülmemiş olacak ki, gene Avrupa yakasına ama Boğaz’ın hemen girişine Kumkale (1659) ile Sedd-ül Bahir (Denizin Duvarı/Seddi Kalesi) kaleleri inşa ettirilmişti. (1657- 1659)
Umarım hoşunuza gitmiş, keyifle okumuşsunuzdur. Bir sonraki sayıda buluşmak üzere, hoşça kalın, esen kalın!