M.SABRI GÖKHAN
Bir kez daha merhaba, denize gönül veren sevgili dostlar!
“Çanakkale Zaferi” denince, hemen hepimizin çok iyi bildiği 18 Mart 1915 Çanakkale Zaferi akla gelir… Oysa bu tarihten 258 yıl önce, yine Çanakkale’de Osmanlı tarihi açısından çok önemli bir zafer kazanılmıştı: Dördüncü Çanakkale Deniz Muharebesi…
17-19 Temmuz 1657 tarihleri arasındaki bu muharebe sonunda Osmanlılar, Venedik donanmasını yenerek ablukayı kıracak, devamındaysa 26 Haziran 1656 tarihli Üçüncü Çanakkale Deniz Muharebesi sonunda kaybettiği Bozcaada (Tenedos) ve Limni’yi (Limnos) geri alacaktı…
Peki, savaşa nasıl çıkılmıştı? Dilerseniz Halife Mehmed’in kaleme aldığı Tarih-i Gılmani’ye sözü bırakalım…
Veziriazam, miladi 1657 yılının Cemaziyelevvel (miladi Mart) ayının yirmi sekizinci salı günü, Kaptan Topal Mehmed Paşa’nın yedeğindeki otuz kadırgayı Akdeniz’deki (Günümüz Ege Denizi) Frenk üzerine gönderdi. Aynı yılın Şaban (miladi Haziran) ayının on beşinde, Veziriazam hazretlerinin Otağ-ı Asafi’si (Padişah otağlarına Otağ-ı Humayun denirdi) Çırpıcı Çayırı’na kuruldu. Yine o ayın yirmi ikinci pazartesi günü, Ordu-yu Humayun çıktı. Donanmanın geri kalanı ayın yirmi üçünde Beşiktaş önünde demirledi. Ertesi perşembe günü Veziriazam Köprülü Mehmed Paşa, İstanbul’da olan yeniçerilerle Çırpıcı Çayırı’na hareket etti. Arkasından alayı seyretmek üzere saadetli Padişah da (IV.Mehmed) Davut Paşa’ya gitti.
Veziriazam, Ramazan (miladi Haziran) başlarında perşembe günü hareket edip Bozca Kalesi (Bozcaada) üzerine gitti. Saadetli padişah da aynı gün saraya şeref verdiler. Veziriazam, İslam Ordusu ile ilerleyerek Bozcaada açıklarına vardı. Düşman donanması ile Türk donanmasının karşı karşıya gelip iki taraf arasında nasıl bir savaş olduğu Valide Turan Sultan’ın ağalarına gelen bir mektuptan anlaşılmıştır. Mektubun sureti aşağıya çıkarıldı: “Evvel selamdan sonra, Şevval ayının beşinci (17 Temmuz) günü, otuz dokuz parça mavna ve on dokuz kalyondan oluşan elli sekiz gemilik İslam donanması ile kâfirin altmışı aşan gemileri arasında büyük bir çatışma oldu. Çatışmada Türklerden pek çok şehit düştü. Çoğu da tekrar tekrar savaş yaptılar. Kalyonlarımız ile düşman gemileri savaşarak denize açıldılar.”
Şimdilik bu ilginç alıntıya ara verip deniz muharebesine ait bazı ayrıntıları inceleyelim. Papalık ve Malta gemileriyle güçlendirilmiş Venedik donanmasının bir bölümü Bozcaada açıklarında Osmanlı donanması ile çatışırken; bir diğer bölümü Amiral Lazzaro Mocenigo komutasında Çanakkale Boğazı’ndan geçmeyi hedeflemişti… Amaçlanan, Türkleri barışa zorlamak için İstanbul’u bombalamaktı… Şimdi Mehmed Halife’nin Tarih-i Gılmani kitabına tekrar dönelim…
Savaş sırasında yeniçeri tayfası yirmi dokuz kadırga ve mavnamızı baştankara edip kaçtılar. Bütün kürekçiler de kaçınca kadırgalarla mavnalar boş kaldı. Bu gemiler sadrazamın emriyle ateşe verildi. Boş kadırgalarımızdan biri soyuldu. Kâfir gelip bir mavnayı alıp götürdü. Bunu dağın tepesinden gören Küçük Mehmed adında bir Sancak Beyi, soluğu kesilmiş halde, nasıl olur diye hayretler içinde kaldı. Sonunda, çaresiz altmış yiğit ile başlarını ortaya koydular. Deniz kenarından iki kayık bulup acele içine atladılar. Venedik mavnasının arkasından yetişip büyük bir çatışmadan sonra üzerine çıktılar. Yüz elli kadar düşmanı esir ettiler ve yedekleme halatlarını kesip mavnayı kurtardılar. Veziriazam bunları karşıladı, yüzlerini gözlerini öptü. Arkasındaki kürkü çıkarıp Sancak Beyi’ne verdi, başına teller (sorguç) sokup pek çok iltifatta bulundu.
İslam askeri baştankara eden gemiler için kürekçi ve kürek tedarik etmeye çalışırken, savaşarak denize açılan on yedi kalyonumuzun Kaptan Paşa ile buluştukları haberi geldi. Allah’ın yardımı ile bunlara hiç zarar gelmemişti.
Tarih-i Gılmani’de savaşın tasviri de var ama biraz mola verip başka bazı ayrıntılara girmek niyetindeyim. Önce şunu söylemeliyim ki, Köprülü Mehmed Paşa, kaçmaya çalışan yeniçerilerin bulunduğu Osmanlı gemileri üzerine gerçekten de ateş açtırmıştı… Bir bakıma, kendi askerlerini zorla savaşmaya memur etmişti Paşa. İşe de yaramıştı..
Gelelim Amiral Lazzaro Mocenigo komutasındaki Venedik donanmasının yaptıklarına…
Amiral Lazzaro Mocenigo, daha önceki bir savaşta eline saplanan bir oktan parmağını keserek kurtulmuş ve parmaksız kalmıştı… 26 Haziran 1656’daki Üçüncü Çanakkale Deniz Muharebesi’ndeyse Venedik Donanma Komutanı Amiral Marcello hayatını kaybetmiş, onun yardımcılığını yapan Mocenigo bu kez de gözünden olmuştu. Artık lakabı “Capitano Orbo”, yani “Kör Kaptan”dı. Mocenigo, Çanakkale Boğazı’na geldiğinde bu kez farklı bir durumla karşı karşıya olduğunu hemen fark etmişti… Boğazın her iki yakasına, çadır kurmuş elli binden fazla askerden oluşan sadrazam ordusu konuşlandırılmıştı… Boğazı geçip geçmeme konusunda ikilem yaşıyordu… Bu tereddüt üç gün boyunca sürdü… O ana kadar gerçekleşen çatışmaların Venedik lehine sonuçlanması ve yardımcı komutanlarına danışma gafletinde bulunması sonucunda hata yaptı… Maiyetindeki kaptanlar Marco Bembo ve Priore Bichi, Amiral Lazzaro Mocenigo’yu deyim yerindeyse gaza getirmişlerdi…
Fantezileri ise Boğaz’ı geçip İstanbul’a varmak, şehri bombalarken de “Konstantinopolis’teki Topkapı Surları” üstüne çıkmış olan İstanbullulara kendilerini ve gemilerini gururla izlettirebilmekti. Lazzaro Mocenigo, filosunun amiral gemisi Galera Generalizia’nın güvertesinde büyük bir hızla Boğaz’a girmeye, Osmanlı padişahına Serenissima’nın denizlerdeki öfkesini ve gücünü (!) göstermeye karar vermişti…
Venedik’in eski adlarından biridir La Serenissima. Bu isim “En mutlu, en huzurlu belde” anlamındadır İstanbul’a nazire edercesine… Bilirsiniz, bir diğer adı da Dersaadet’tir İstanbul’un, yani “mutluluk ve saadet kapısı”dır bu şehir… İşte bu şehri, İstanbul’u beyhude yere yok etmeye çalışıyordu Venedikli kaptan… Az daha başarıyordu da… Nasıl mı?
Tekrar Mehmet Halife’nin kitabına dönelim, dilerseniz…
Şevval ayının yedinci (miladi 19 Temmuz) günü, gün devrilirken dinsiz düşman kaptanı (Kör Kaptan Lazzaro Mocenigo) atlas ve çuhalarla donatılmış yirmi beş çektirme, üç mavna ve börtenlerle (top taşıyabilen büyük mavna) ve başka gemilerle davullarını çalarak, baştankara etmiş gemilerimizi tamamen ele geçirmek umuduyla geliyordu. İslam askeri bunu görünce her biri şaşkın ve perişan halde bağırıp çağırmaya, “Ah, halimiz nice olur?” diye Allah’a yakarmaya başladı. Hâlbuki bizden imdada gidecek bir gemi yoktu. Düşman ise korkusuzca, başı alınmaz domuz gibi saldırıp top atmaya başladı. Evvelce Anadolu yakasına yerleştirilen topçulardan biri, Allah’ın lütfu ile düşman kaptanının Üç Fenerlisinin (Paşa baştardalarının kıç tarafında üç fener bulunurdu, bu nedenle üç fenerli diye anılırlardı) barut deposuna bir top güllesi isabet ettirdi…
Bu olayı ve devamını “Viyana Dönüşü” adlı tarihi romanındaki bir kahramanın, Kara Mehmed’in ağzından aktaran M. Turhan Tan’ın satırlarıyla devam edelim yazımıza…
Evet, bir gülle nasıl bir donanmayı, bir donanma nasıl çiçeği burnundaki bir sadrazamı, bir sadrazam nasıl bir padişahı, bir padişah –geçici de olsa- nasıl bir devleti kurtarırdı? İşte öyküsü…
Şanslıydı Köprülü… Hem kendinin hem de devletin kurtuluşunu sağlayan “Bir Güllenin Öyküsü” huzurlarınızda…
Serçeşme (yardımcı askerlerin maddi işlerine bakan kimse) Deli Murad, yanık yanık yalvardı:
“Di gel naz etme, anlat. Nice attın o gülleyi?”
Kara Mehmed, yataklı bıyıklarını uzun uzun sıvazladı, dalgın dalgın mırıldandı.
“On beş yıllık hikâyeyi söyletip n’ideceksin? O bir işti oldu, bugün unutuldu!” B
eriki ayak diredi, ant verdi, yemin verdi ve sonunda arkadaşını yumuşattı, yola getirdi…
Candan sevdiği Serçeşme’nin zorlaması üzerine bu dilsizliği bıraktı, gözlerinde tutuşan ateşi dudaklarına da geçirdi, anlatmaya başladı.
“Tam on beş yıl oldu Murat, on beş yıl. Ben Akdeniz Boğazı’nda (Çanakkale Boğazı) Kumburnu’nda bulunuyordum. Ne gecemiz geceydi ne gündüzümüz gündüz. Metristen (toprak siper) bir yere ayrılamıyorduk. Top kundağını yastık yapıp uyku kestiriyorduk. Limni’yi, Bozcaada’yı alan Venedik donanması Kepez önünde dolaşıyordu. Bizi gafil avlasa Boğaz’ı aşacaktı. İstanbul’a ulaşacaktı. İşte biz bu kara günü görmeyelim diye uykusuz kalıyorduk, gözümüzü denizden ayırmıyorduk.
Koca bir ramazan böyle geçti, bayram gelip çattı. İstanbul’da herkes şenlik yaparken biz yine metriste şekersiz kuru peksimet çiğneyip düşman gözlüyorduk. O sırada bir gün, karşı yakada bir kaynaşma oldu, alay alay asker göründü, arkasından donanmamız belirdi. Eh, bizim de bayramımız geldi demekti. Hakkımız da vardı, kaç aydır Boğaz’ın şu köşesinde unutulmuştuk. Ne halimizi soran çıkıyordu ne yardımımıza gelen. Halbuki düşman, gün başına boyuna imdat (yardım, destek) alıyordu, bol yem bulan domuzlar gibi boyuna semirip şişiyordu. Ot yüzü görmeyen biz kurbanlık koyunlar ise her gün biraz daha eriyip dermansızlaşıyorduk. Büyüye tutulmuş, kötürümleşmiş gibi bir türlü Beşiktaş önünden ayrılmayan donanmamızın aniden görünmesi, Rumeli yakasına asker gelişi birden içimize ferahlık verdi, hepimizi sevinçten ağlattı.”
Kara Mehmed durdu, hafızasındaki sahneleri sıralamak ister gibi uzun bir zaman düşündü ve sonra heyecan içinde söze tekrar başladı.
“Venedik donanması Kafirbucağı ile Büyük Kepez arasında duruyordu. İki yakadan da onlara top ulaştırmak güçtü. Onun işini savaş gemileri yapacaktı. Koca vezir, bizim donanmaya başbuğ seçilen Çerkez Osman Paşa’ya hücum emri verir vermez gemiler yürüdü. Kalyon kalyona, çektirme çektirmeye, mavna mavnaya çatmak gerekti. Biz metrislerimizden fırlamıştık, düşmana doğru süzülen gemilerimizin köpüklerine gözlerimizi sararak bu yürüyüşü seyrediyorduk. Ne göğü görüyorduk ne yeri. Yüreklerimiz durmuş gibiydi. Hepimiz titriyorduk. Çünkü İstanbul’un sonu bu savaşa bağlıydı. Venedikliyi yenip kaçıramazsak İstanbul elden gitmiş olacaktı. Koca vezirin getirdiği donanma, bizim tersanemizin son kırıntılarıydı. Bozguna uğrarsak yeniden kalyon düzmek belki de mümkün olmayacaktı. Çünkü hazine tamtakırdı, işler bozuktu, vezirler hayırsızdı. Düşman da fırsatı kaçıracak soydan (cinsten) değildi. Savaşı kazanır kazanmaz İstanbul’a akıverecekti.
Derken ilk çatışma oldu. Ömer Kaptan’ın mavnası bir Venedik mavnasına saldırdı. Arkadan Süleyman Kaptan’la Halil Kaptan’ın mavnaları yetişti, Venedik gemisi üç yandan sarıldı, sıkı bir ateşten sonra düşman bayrağı alaşağı edildi. Yaradan, bereden iler tutar yeri kalmayan mavna yedeğe alındı. Artık bizdeki sevinci sorma. Bu ilk kazancı uğur sayıyorduk. Meğer aldanıyormuşuz, meğer bizim gemilerde gizli düzenler kuruluymuş.”
Yine sustu, gamlı gamlı düşündü ve ağlamaklı bir sesle anlatmaya devam etti.
“Venedikli, kale içerden alınır diye saman altından su yürütüp, bizim gemicilerin çoğunu fesada vermişmiş (bozgunculuğa yönlendirmiş). Bunu biraz sonra anladık. Çünkü Ömer Kaptan’la arkadaşları düşman mavnasını yedeğe alırken otuz pare çektirmemiz, başta Kaptan Paşa baştardesi olduğu halde unutulmaz bir manevra yapmaya başladı, kâfir bucağına doğru dümen kırdı. Düşman berideydi, dövüşen mavnalar ortada yapayalnız kalmıştı, bizim donanma kaçıyordu!”
“Bu nasıl iş demeye kalmadı, beş altı Venedik gemisi bizim şanlı mavnalarımıza saldırdı, ilk hamlede tutsak gemi elden çıktı, ardından Halil Kaptan’ın mavnası ateş alarak çırpına çırpına battı. Süleyman Kaptan’ınki zincire vurulup sürüklendi. Yalnız Ömer Kaptan, turna sürüsü ortasında kalan yaralı bir şahin gibi pençeleşe pençeleşe sıyrıldı, bizim topların gölgesine sığındı. Fakat içindeki üç yüz serdengeçtiden (Osmanlı döneminde, savaşta düşman arasına dalmak için gönüllü yazılan askerlere verilen ad) otuzu ancak sağ kalmıştı, üst tarafı ölüp gitmişti.”
Şimdilik hem M.Turhan Tan’ın tarihi romanı “Viyana Dönüşü”nden yaptığımız alıntıya hem de Dördüncü Çanakkale Deniz Savaşı’nı konu ettiğimiz yazımıza bir ara verelim. Malumunuz, yerimiz kısıtlı. Bu önemli savaşta neler olup bittiğini gelecek sayımızda ayrıntılarıyla anlatmaya devam edeceğim.
Şimdilik bu kadar…