CEM SEVEN
1968 yılının bir mart günü, Üsküdar Zeynep Kamil Hastanesinde, 23.45’te dünyaya gelmişim. Sabah olduğunda, rahmetli dedeme şaka yapılarak kız torunu olduğu bildirilmiş; dedemin üç kızı ve bir oğlu, büyük halamdan da iki kız torunu var o zamanlar. Ablam benden dört sene önce doğmuş; erkek torun istiyormuş dedem, “mart ayı kız ayıdır” demiş, uyumaya devam etmiş. Haber vermeye gidenler gerçeği söyleyince de kısa bir süre içinde tıraşlı ve takım elbiseli olarak yeni torununu görmeye, Zeynep Kamil’e gelmiş…
Yaz tatillerinde genelde Bostancı vapur iskelesinin ön tarafında bulunan mendirekten denize girerdik. Bazen de Bostancı’da şimdiki kasaplar çarşısının bulunduğu yerde, Saksonyalılar bölgesinde plaja uğrardık. Üst Bostancı’da oturduğumuz ev, rahmetli babam ve denizcilerin bir araya gelerek yaptığı bir binadaydı. Kimler yoktu kimler… Her ikisi de babam Gökçen Seven gibi Yüksek Denizcilik Okulu mezunu olan rahmetli Vehbi Tanılmışoğlu ve Mehmet Ertem mesela. 1970’li yıllarda, şimdilerde pek alışık olmadığımız, müthiş bir komşuluk ilişkisi vardı apartmanımızda. Yaz aylarında geceden yemekler yapılırdı; ertesi sabah ilk vapurla ver elini Sedef Adası…
Ancak bütün bu yaz tatillerinin arasında benim için çok önemli bir tarih var: 1974 yılının yaz ayları; babamın çarkçıbaşı olarak Cerrahoğlu Şirketine ait M. Ereğli gemisiyle çıktığı Amerika seferi. 6 yaşımdayken annem, babam ve ablamla beraber çıktığımız bu seferin anılarımdaki yeri büyük. 30-35 bin DWT’luk bu muhteşem gemiyle ailece Texas Galveston/Beaumont seferine çıktık. Süvari Bey, rahmetli Alaattin Türkel; 2. Kaptan, Yücel Sügen’di. Galveston’dan hurda yüklenecekti. Sakin havalarda başlayan yolculuğumuz zaman zaman sertleşen hava koşullarıyla biz çocuklar için eğlenceli bir hâle geliyor, koca gövdesiyle yalpaya düşen geminin koridorlarında yalpanın tersine ileri geri koşturuyorduk. Çarkçıbaşı olan babamla makine dairesinde geçirdiğimiz saatlerse beni fazlasıyla mutlu ediyordu; makine dairesindeki vincin uzaktan kumandasıyla oynayarak (torpilliydim) koca vinci (o zaman bana öyle geliyordu) ileri geri, sağa sola durmadan hareket ettiriyordum. Gemide Süvari Bey ve babama büyük saygı gösteriliyordu. Her akşam zabitan yemek salonunda yenilen yemekler ve sohbetler hâlâ hafızamda. Yemek demişken, mutfağa girişim serbestti ve buzdolabıyla diğer dolapları açtığımda gördüğüm böcekler beni ürkütüyordu.
Derken, Texas Galveston’a yanaştı gemimiz. Hayatımda ilk defa, hurdanın devasa dairesel mıknatıslarla limandan gemiye yüklenişini görüyordum. Araçlarda çalışan siyahi kişilerse büyük sürpriz olmuştu benim için. Rahmetli babam gülerek anlatırdı; onları çok dikkatle izler ve babama, bu kişilerin renklerinin kese yapılarak açılıp açılmayacağını sorarmışım. Tahliye devam ederken, acentemiz diye hatırladığım Şevki Bey ve işlerimizle ilgilenen diğer kişilerle beraber Amerika kıtasına ayak basmış olduk. Bizi üşenmeden gezdirdiler. Hayvanat bahçesi gezisi, gördüğüm zürafalar, aslanlar; hava karardıktan sonra götürdükleri ve ışıklandırılan rugby sahası, Cem yerine “Jim, Jim” diyerek ilk şutumu çekmeye teşvik edişleri ve hatıra olarak verdikleri rugby topu… Gündüzleri alışveriş merkezlerinde vakit geçiriyorduk; bilardo oynuyor; sürekli, yürüyen merdivenlerden inip çıkıyorduk. 1974 yılının İstanbul’undan sonra, gördüğüm her şey çocuk gözüyle ne kadar da değişik ve devasa geliyordu!
Sayılı zaman çabuk geçer derler ya, sonunda ayrılık vakti geldi çattı. Büyük hüzünle ayrıldım limandan. Tek tesellim, kamaramızın önündeki verandaya monte edilen portatif ve silindirik yüzme havuzu oldu; hem de deniz suyuyla dolduruyorlardı. Ablamla birlikte, bütün gün o küçük havuzun içinde saatler geçiriyordum. Ayrıca yine kapımızın önünde sürekli uyuyan “Konyakçı” isminde bir de köpek vardı; kimindi, nereden gelmişti hatırlayamıyorum.
Amerika’dan bol miktarda kutu kola yüklediklerini kamaramızdaki dolabımızı açtığımda fark etmiştim. 6 yaşında kolayla tanışmış oldum; özellikle kutuyu açarken çıkan ses, beni kolaları gizli gizli alıp odama taşımaya teşvik ediyordu. Ablamın dediğine göre, sırf sesini duymak için kola kutularını açar ve içmeden denize fırlatırmışız. Gemide küçük yaşta çocuk olmalı mı? Tereddütteyim. Keza ele avuca sığmaz ve hareketli bir çocuk olduğum için ne yapar eder kamaradan kaçar, her yeri dolaşırdım. Bu gezilere, mutfakta çalışanları takip edip geminin buzdolabı ve buzluğuna yaptığım ziyaretler de dahildi.
Nitekim bu merak nedeniyle devasa etlerin saklandığı buzdolabına girmem, odacıklarda dolaşmam, aşçı ve kamarotun içerde kimse yok diye kapıyı üzerime kapatıp çıkmaları, iç taraftan kapı kulpunun olmayışı, ortadan kaybolmam nedeniyle gemide büyük panik yaşanması, 2-3 saat sonra beni soğuktan titreyerek ağlarken buzdolabında bulmaları bile bu muhteşem gezimdeki mutluluğumu gölgeleyemedi. Amerika yolculuğu benim için unutulmaz bir maceraydı.