ÖZKAN YILMAZ
Cip, devasa bir boşluğun ortasında ip gibi uzanan yolda tüm hızıyla ilerliyordu… Koskoca bir hiçliğin, göz alabildiğine kum deryasının ortasındaydık. Önümüzde ve arkamızda birer cip daha vardı. Her ikisinde de ciddiyetle koltuklarına kurulmuş, dikkatle hiçliği süzen silahlı adamlar… Bense ortadaki cipten şaşkınlıkla etrafı izliyordum. Kurucusu olduğum CA Group, denizcilik sektörünün yakından tanıdığı isimlerden Kahraman Sadıkoğlu’nun, Kahraman abimizin Basra’da gerçekleştireceği bir projeye lojistik destek sağlayacaktı. Bu nedenle Irak’taydım.
Sene 2005’ti, İkinci Körfez Savaşı sona ermişti ama etkileri ve bölgedeki güvenlik sorunları hâlâ devam ediyordu. Türkiye’den Basra’ya direkt uçuşlar kalkmıştı. Bölgeye ulaşabilmek için havayoluyla Bağdat’a gitmek ve ardından yaklaşık 550 kilometrelik tehlikeli bir kara yolculuğunu göze almak gerekiyordu. Saldırıya ve özellikle de fidye için kaçırılmaya açık bir durumdu. İşte silahlı adamlar da bunun için, yani koruma için gerekliydi. İlk yolculuğum benim için film sahnelerinden farksızdı elbette. Daha önce hiç yaşamadığım, yaşamamın mümkün olamayacağı bir tecrübeydi bu. Ancak gidip gelmeler arttıkça birçok şaşırtıcı olay da normalleşmeye başlıyordu elbette. Daha Bağdat Havaalanı’nın kapısında başlıyordu macera. Sizi Basra’ya götürecek olan o ciplerin bulunduğu bölgeye, yani topu topu bir kilometre öteye gitmek için taksi kullanmak zorundaydınız: Kişi başı 150 dolar. Muhtemelen dünyanın en pahalı taksi hizmeti. Ayrıca yolculukta kullandığımız cipler ve yol boyunca koruma hizmeti veren kişiler için de fahiş bir ücret ödememiz gerekiyordu.
Aslında sadece iş için, para kazanmak hedefiyle yapılabilecek bir şey değildi bu. Şimdi dönüp bakıyorum da, galiba biraz da macera arıyormuşum o dönemlerde. İşin asıl zor kısmı ciplere bindikten sonra başlıyordu. Her şeyden önce, yolda bir Amerikan askerî konvoyuyla karşılaşmamak için dua ediyorduk. Çünkü böyle bir konvoyla karşılaşmak, olası bir bombalı saldırıyla yüzleşme ihtimalinizi artırıyordu. Amerikalılara yapılabilecek bir saldırıdan şanssızlık eseri siz de nasibinizi alabilirdiniz.
Bu durumun herkes farkındaydı elbette ve bu farkındalık bambaşka bir tehlikeye daha davetiye çıkarıyordu. Trafikteki arabaların hepsi, bu tür bir konvoyla karşılaşıldığında Allah ne verdiyse gaza basıp karşı şeride dalıyor, konvoydan uzaklaşıp tehlikeden güya kaçıyordu. Dehşet verici bir sahne. Bir anda savaş filmi sahnesinden çıkıp, bol kovalamacalı bir aksiyon filmi sahnesine geçiveriyordunuz. Saatte 140 kilometreyle karşı şeritte… Bunu bizzat yaşadım, hiç tavsiye etmem!
Bu tehlikeyi atlattınız diyelim, bu kez de altı-yedi saat süren, 550 kilometrelik şehirlerarası yolculuk başlıyordu. Yazının başında bahsettiğim sahneye geldik.
Bu kez bizzat siz saldırı riskiyle karşı karşıyasınız. O dönemlerde fidye isteme amacıyla iş adamlarının kaçırılması normal karşılanıyordu. Hatta Kahraman abi de bu şanssızlığı yaşamış, çok ciddi bir tehlikeyi neyse ki zarar görmeden atlatmıştı aynı dönemde. İşte bu nedenle yol boyunca neredeyse hiç durmuyorduk. Yalnızca bir ya da iki sefer, son derece kısa ihtiyaç molaları mümkün olabiliyordu ancak. Şanslıysanız su bulabilirdiniz. Yemek mi? Ne mümkün!
Hatırlıyorum da, bir keresinde bütün bu zorluklar katmerlenerek üstüme üstüme gelmişti. Kendimi her zamanki şartlara hazırlayarak uçaktan indim. Her şey normal görünüyordu. Ancak Bağdat Havaalanı’na girer girmez garip şeyler olduğunu anladım. Normalde çok fazla görmediğimiz Amerikan askerleriyle doluydu her yer. Bütün yolcuları bir yere toplayıp başladılar kontrollere. Tam dört saat sürdü bu kontrol. Ama daha durun! Dört saat ne ki! Meğer o gün Bağdat’ta bir otel bombalanmış ve çok sayıda ölü varmış. Bu olağanüstü durumun sebebi anlaşılmıştı ama daha başımıza geleceklerin hepsini yaşamamıştık. Basra’ya gitmek üzere yola çıktık. Çıkış o çıkış! Adım başı kontrol noktası. Daha önce en fazla yedi saatte kat ettiğimiz yol, tam on sekiz saat sürdü. Mantıklı bir açıklaması yoktu ama genel duruma baktığımızda da etrafta mantıkla açıklanabilir pek bir şey yoktu zaten. Bütün bu şartlarda Basra’ya ulaştınız diyelim, bu kez de barınma derdiyle karşı karşıya kalmanız çok mümkündü. Zira otelde kalmak da yine kaçırılma tehlikesi nedeniyle ciddi bir sorundu. Hatta Kahraman abinin kaçırılması olayına bir otel görevlisinin de dahil olduğunu öğrenmiştik. Bu nedenle Basra’dayken Kahraman abinin gemisinde kalmaya başlamıştık sonraları.
nedeniyle ciddi bir sorundu. Hatta Kahraman abinin kaçırılması olayına bir otel görevlisinin de dahil olduğunu öğrenmiştik. Bu nedenle Basra’dayken Kahraman abinin gemisinde kalmaya başlamıştık sonraları.
Vali “Hoş geldiniz,” dedi mikrofona. Koca kolonlarda sesi yankılandı. Karşılık verdik tabii: “Hoş bulduk.” Bu kez de “Hoş bulduk,”lar doluştu salona.
Bu garip görüşmenin altında yatan gerçeği sonradan öğrendik. Meğer Irak’ta devletin güç ve kudretini göstermek için böyle büyük salonlarda yapılırmış görüşmeler. İlginç tabii! Üst üste gelen savaşlar, işgaller, rejim değişiklikleriyle paramparça olmuş bu ülkede aslında yapılacak birçok iş vardır o zamanlar. Hâlâ da var. Basra valisi de hararetle ihtiyaç duyulan projelerden bahsetmiş, bu projeleri hayata geçirmemiz için ısrarcı olmuştu. Ancak eksik olan bir şey vardır: GÜVENLİK. Ve bu son derece ciddi bir sorundu. Kahraman Sadıkoğlu, Basra’da batık gemilerin çıkarılması işini tamamladığında, biz de “Tamam, artık yeter,” deyip Irak macerasına son noktayı koyduk
Acı ve garip şeyler de öğretti bana o yıllar. Irak’ta bulunduğum dönemde bir halkın savaşa nasıl alıştırıldığına bizzat şahit oldum. Bir yabancı olarak endişe ve korkuyla karşıladığım patlamalara tanıklık ettim. Bu patlamalar çok yakınımda olmasa da sesiyle bile dehşet saçmaya yetecek boyuttaydı. Ancak yerel halkın şiddet karşısındaki tepkisizliği şaşırtıcıydı. İçinde yaşadığı savaşa alıştırılmış bir halk vardır karşımda.
Paramparça edilmiş bir ülkenin, içinden çıkılmaz trajedisi ve insanların çaresiz kabullenişi vardı orada.