ATİLLA OLGAÇ
Sene 1970…
Ankara Devlet Konservatuvarı tiyatro yüksek bölümünden mezun olup, yıllar boyu sürecek Devlet Tiyatrosu serüvenime başladım. O zamanlar, mezun olan öğrenciler hemen Devlet Tiyatrosuna girip sanatçı olarak göreve başlıyorlardı. İlk görevim, Arthur Miller’in Cadı Kazanı oyununda Rahip Hathorne rolüydü. Yeni mezun bir gencin o zamanın yıldızlarıyla aynı sahnede oynaması ‒hele ki böylesine dev bir prodüksiyonda‒ mucizeydi. İstanbul’a turneye geldik ve ilk provada, Balkanların en görkemli kültür merkezi olan Atatürk Kültür Sarayını görme mutluluğuna eriştim. O tarihte böyle bir sanat kurumuna sahip olmak olağanüstü bir gurur kaynağıydı.
Neyse, ben ve ailem Ankara’da yaşıyorduk. Ama ben sanat hayatıma İstanbul’da adım atacaktım. Babam, “Ben dayanamam, seni görmeye geliyorum” dedi ve geldi. Ona en önden bir protokol yeri bulup oturttuk. Oyun başladı. Heyecan dorukta, biz mahkeme heyeti olarak üçüncü perdede gireceğiz sahneye. Arkada zaman bir türlü geçmiyor. Ve nihayet üçüncü perde başladı.
Oyununun dramatik aksiyonunun dorukta olduğu bir anda, mahkeme ölüm kararı verecek ve suçlular yakılacak. Tam bu sırada, kulisten sahneye heyecanla bir dekorcu girdi. Tavana bakarak bir şeyler söylemeye çalıştı ama söyleyemeden içeri kaçtı. Salonda bulunan bin 300 kişi olaya kahkahayla gülüyordu. Biz oyuncularsa şoktaydık elbette. “Adam oyunun içine etti” dedik içimizden.Ankara Devlet Konservatuvarı tiyatro yüksek bölümünden mezun olup, yıllar boyu sürecek Devlet Tiyatrosu serüvenime başladım. O zamanlar, mezun olan öğrenciler hemen Devlet Tiyatrosuna girip sanatçı olarak göreve başlıyorlardı.
İlk görevim, Arthur Miller’in Cadı Kazanı oyununda Rahip Hathorne rolüydü. Yeni mezun bir gencin o zamanın yıldızlarıyla aynı sahnede oynaması ‒hele ki böylesine dev bir prodüksiyonda‒ mucizeydi. İstanbul’a turneye geldik ve ilk provada, Balkanların en görkemli kültür merkezi olan Atatürk Kültür Sarayını görme mutluluğuna eriştim. O tarihte böyle bir sanat kurumuna sahip olmak olağanüstü bir gurur kaynağıydı.
Derken adam bir daha girmesin mi! Biz durumu anlamaya çalışırken, en önde oturan seyircilerden biri sofitaya bakıp, “Yanıyoruz” diye bağırdı. Salondakiler bir anda panikle kapıları açıp kaçmaya başladı. Biz sahnedekiler ortamı sakinleştirmeye çalışıyorduk. Ama tam o sırada bir alev yığını seyircinin üzerine doğru harlayınca panik iyice arttı. Artık sahnede kalamazdık, kostümlerimizle seyircilerin arasına dalıp dışarı kaçtık. O anda, aklıma birden babam geldi, can korkusuyla onu unutmuşum. Tekrar içeri koşup bakmak istedim ama içerisi cehennemdi. Babam gitti diye kapıya çöküp kalmışım. Hüngür hüngür ağlıyorum. O sırada, bir arkadaş ismimi haykırdı… Dönüp baktım, “Baban seni arıyor” dedi. O an yaşadığım duyguları tarif etmem, açıklamam, yazmam mümkün değil, izah etmeme imkân yok. Hissettiklerim sadece yaşanır.
Sanat hayatıma adım attığım gün, işte bunları yaşadım. Unutulması imkânsız bir anıydı.
O gün olmadı ama, Atatürk Kültür Sarayı yapılıp yıllar sonra yeniden açıldığında, o muhteşem mekânda birkaç oyun oynama fırsatı yakaladım.
İlk oyunum böyle bir macerayla ve herkesin kolay kolay yaşayamayacağı bir anıyla meslek hayatımda yerini aldı.
Yeri gelmişken, meslek hayatımda yerini alan en son oyunumdan da bahsetmek isterim: Karanlıkta Komedi. Peter Shaffer’ın eserinden uyarlanan ve harika bir oyucu kadrosunun rol aldığı bu keyifli oyun, pandemi nedeniyle verilen aranın ardından yeniden sahneyle buluşuyor. 14 Eylül’de Antalya’da, 6 Ekim’de İzmir’deyiz efendim, bekleriz.